YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

12 Şubat 2008 Salı

BİR BAHARIN SONU...



2004 yılı Ekim sonunda bir Pazar günü Ankara.
Pastırma yazı dedikleri, bahardan kalma bir sonbahar günü...
Güneş insanın içini ısıtıyor, yaşam şevki veriyor.
Bu güzel günde geçmişi yaşamak amacıyla kentin
batısına doğru yola çıkıyorum.
Erdal Akalın ile 1968 yılı kış günlerinde Toplum Hekimliği Stajı
yaptığımız Ergazi'nin önünden geçiyorum.

35 yıl önce Sağlık Ocağında geceleri Gaz Lambası ışığında çalıştığımız, geniş kıraç topraklar üzerindeki minik okulunda araştırma yaptığımız çocukları, düz damlı, kerpiç köy evlerini ara ki bulasın. 
Yerinde sanayi tesisleri yapılmış. 
Tek bir anı izine rastlamak artık olanaksız...
İnsanın içine korku
salan büyük büyük yapılar.
Başkentin yakınında her şeyden habersiz gariban köylüler hala oralarda mı belirsiz...

Üzerinde araştırmalar yaptığımız çocuklar herhalde 40'larını geçmiş, toruna torbaya karışmış olsalar gerek...

Yol üzerinde Etimesgut'u, Pınar ve Yücel Atakent'in çalıştıkları Sincan'ı, Yenikent'i geçiyoruz.
35 yıl önceki görüntülerden
eser yok!...
Buralar kocaman kocaman Kentlere dönüşmüş. 

Tümü yeni, tümü modern apartmanlar.
Bura halkının hala
sağlık kartları var mı, kayıtları düzenli tutuluyor mu çok merak ediyorum.
Beypazarı'na doğru seyrederken sağa kıvrılıp Ortabereket'e gidiyorum.
Önce Başbereket'i solumda bırakıyorum. 
Yol kenarındaki söğüt ağaçları kocaman olmuş.
Asfalt yolda ilerleyip, Ortabereket'e ulaşıyorum.
70’li yılların başında Elektrik
getirmek için çok uğraşıp başaramadığımız Ortabereket değişmiş.
35 yıl önce bir senemizi geçirdiğimiz ışıksız, soğuk ortam kaybolmuş.
Dublex, triplex villalar. 
Çatıları shingel'li, duvarları plastik giydirme kaplı, Amerikan tipi villalar sağa sola düzensiz yerleşmişler. 
Bir zamanlar elektrik olmayan yerlere yüksek direkli havaî elektrik hatları dikilmiş. 
Köyün içinde Supermarket var. 
Olacak şey değil.
Sağlık Ocağı kapalı. 
Muhtemelen çalışmıyor.
Bir yılımızı geçirdiğimiz L
ojman terkedilmiş, metruk halde.
Duvarları çatlamış. 

İçi harabeye dönmüş. 
Terk edilmiş somyalar, bacağı kırık sandalyeler...
Kim bilir hangi son köy hekimi evinin kalıntıları.

Bizim zamanımızda bahçedeki minik çamlar devasa ağaçlara dönüşmüş.
Sonbahar yaprakları yerde nazlı nazlı uçuşuyorlar.
İçimi hüzün kaplıyor.

Ayrılıyorum.

Yolda düşleri, idealleriyle Nusret Hocamızı hatırlıyorum.
Sevinç Bey'i, İsmail Topuzoğlu'nu anıyorum...

Bir düş'ün sonunu düşünüyorum.
35 yıl sonra gelinen noktaya
bakıyorum.
Başlangıçtaki şevkim gidiyor, yerini sonbahar hüznüne
bırakarak.
Karmaşık duygularla ayrılıyorum.
Üzülüyorum...


Ergazi köyünde, Köy Hekimliği 1968