YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

29 Nisan 2008 Salı

İKİ YÜCEL TANYERİ...



Liseye devam ettiğim 1960’lı yıllarda Devlet Tiyatro, Opera ve Balesi” Ankara’da çok etkin bir sanat kurumu idi. Lise yıllarımız bu topluluktan izlediğimiz biri birinden güzel eserlerle geçmişti. Üniversiteye başladığım 1964 yılında Ankara’da özel bir Tiyatro topluluğu “Ankara Sanat Tiyatrosu” (AST) kurulmuş, bu yeni ve dinamik topluluk Ankara’nın sanat yaşamına farklı bir soluk getirmişti.

AST, 60’lı yıllarda Samuel Becket’in “Godot’yu Beklerken”, Sermet Çağan’ın “Ayak-Bacak Fabrikası”, Nikolai Gogol’ün “Müfettiş”, Vasıf Öngören’in “Asiye Nasıl Kurtulur”, Bertold Brecht’in “Arturo Ui’nin Yükselişi” ve “Galileo Galilei”, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”, Maksim Gorki’nin “Küçük Burjuvalar” ve İbsen’in “Bir Halk Düşmanı” gibi eserlerini Ankaralı sanatseverlerin beğenilerine sunuyorlardı. Bu eserlerin tanıtım afişleri ve oyunların broşürlerinde Dekor-Kostüm’de tek bir isim görünüyordu : “Yücel Tanyeri”.

Ayni yıllarda genç bir Üniversite öğrencisi olan bizler de “Hacettepe Tiyatro Kulübü”nü kurmuş ve burada Eugene Ionesco’nun “Kel Şarkıcı”, Sean O’Casey’in “Sağlık Yurdu”, A. Gregory’nin “Ay Doğarken” ve Anton Çehov’un “Ayı oyunlarını sahneye koymuştuk. Bu oyunların tanıtımlarında da Dekor-Kostüm’de bir tek isim görünüyordu : “Yücel Tanyeri

1964-70 yılları arasında Hacettepe Tıp Fakültesi’nde çok yoğun bir Tıp eğitimi alıyorduk. Yine çok yoğun çalışma temposu içerisinde olduğum KBB Asistanlık dönemim olan 1970’li yıllarda Yücel Tanyeri’nin ismi artık Ankara “Devlet Opera ve Balesi”nin eserlerinin içerisinde geçiyordu. Beni yakından tanıyanlar, ismimi oyunların tanıtımlarında görüyor ve bu kadar yoğun çalışmanın altından nasıl kalktığıma da çok şaşıyorlardı.

Ankara’da yaşamları bir dönemde kesişen KBB Uzmanı Dr. Yücel Tanyeri ile Sahne Tasarımcısı Yücel Tanyeri’nin tanışmaları da o yıllara rastlar.

O dönemlerde herkesin özel bir cep telefonu yoktu. Yalnızca sabit ev telefonlarımız vardı. Birini aradığınızda kentin telefon Rehberini açar, önce soyadını sonra da adını yukarıdan aşağıya tarar ve kişinin telefonunu öğrenirdiniz. Bizim evimizin numarası 13 55 08 Ankara Telefon Rehberi’nde Tanyeri Yusuf Besim olarak babamın adına kayıtlıydı. Onun hemen altında ise Tanyeri Yücel adına kayıtlı 6 rakamlı bir numara daha vardı. Tıbbi sorunları için Dr. Yücel Tanyeri’ni yani beni arayan hastalarım, haliyle bu numarayı çeviriyor ama karşılarına her seferinde sahne tasarımcısı Yücel Tanyeri çıkıyordu. Gece-gündüz demeden hastalarım onu rahatsız ediyorlardı.

Birkaç hastam bu durumdan beni haberdar ettiğinde adaşım ve soy adaşım “Yücel Tanyeri”ni aradım ve bu durum için özür diledim. Onunla ilk tanışmamız bu şekilde telefon ile olmuştur. Daha sonra kendisi ile Ankara’da samimi bir dostluğumuz oldu. 1980’lerde ben Samsun’a yerleştiğimde o da hastalarım da karışıklıktan kurtulmuştu.

Yücel Bey’in çok saygın bir kişiliği vardı. Son derece nazik ve hoşgörülü bir kimse idi. Benden birkaç yaş büyüktü. Galatasaray Lisesi mezunu idi. DTCF Fransız Filolojisi’nde okumuştu. İtalya’da “Academia Bela Arti di Milano”da eğitim almıştı. AST’ın kurucularından idi ve 30 kadar oyunun Dekor-Kostümünü hazırlamıştı. 1972-85 yılları arasında Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde çalışmıştı.

1985 ten sonra da İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne geçmiş ve orada da İl Travatore, Tosca, Rigoletto, Don Giovanni, Faust, Fındıkkıran, Sevil Berberi, Don Carlos, Othello, Uyuyan Güzel, Don Pasquale gibi 35 tane Opera ve Bale yapıtının Dekor ve Kostümlerine imza atmış, ayrıca değişik Özel Tiyatrolarda da 20’den fazla oyunun sahne tasarımını gerçekleştirmişti.

1982-83 yılında Ankara Sanat Kurumu'ndan en başarılı “Dekor-Kostüm Ödülü”nü almıştı. Dört yıl süreyle Mimar Sinan Üniversitesi’nde “Opera ve Bale Dekoru” dersleri verdi. 2007 yılında Prag’da Uluslararası Sahne Tasarımcıları Birliği’nin “Sahne Tasarımcı Onur Ödülü”nü aldı. Bu, “Sahne Tasarımı” dalında Türkiye adına alınmış ilk ödül idi.

Yücel Tanyeri emekli olduktan sonra Çukurcuma’da bir Antikacı dükkânı açtı. İstanbul’a yolum düştüğünde Çukurcuma’ya uğrar adaşım ve soy adaşım ile sohbet ederdim. Geçen sene antikacı dükkânını kapattı. Şimdi bu antik değerdeki sanatçı kişilik, deneyimlerini Öğretim Üyesi olarak Yeditepe Üniversitesi “Güzel Sanatlar Fakültesi” Tiyatro Bölümü öğrencilerine aktarmaktan büyük keyif alıyor.

Gençliğimde onun ad ve soyadını aynen kullanarak kıytırık birkaç dekora imza atıp, onun ününden yararlanmıştım.

Ya o da ayni şeyi yapıp benim hastalarımın muayene ve tedavisine yönelse idi…

25 Nisan 2008 Cuma

HOTEL SACHER...


Viyana’yı sever misiniz bilmem.
Ben, tarihsel dekorla donanmış bu güzel sanat kentine bayılırım...

1996 yılı Eylül başında bir Kongre için birkaç günlüğüne Viyana’ya gitmiştim.
Hotel Sacher’de kalıyordum.
Sacher Oteli Viyana’nın merkezinde, Philharmonikerstrasse üzerindedir.
Viyana Operasının tam karşısındadır.
Fazla büyük bir otel değildir. 150 kadar odası vardır.
1876 yılında Eduard Sacher tarafından kurulmuştur.
Bu kişi, meşhur Sacher Pastası’nı (Sachertorte) ilk imâl eden kişinin oğludur.
Her gün birçok kişi, çikolatalı ve kayısı marmelâtlı bu keki yiyebilmek için otelin altındaki meşhur ama küçük Kafe’yi doldurur...

Hayli eski olmasına rağmen otelden çok bir müze görünümündeki bu yeri Viyana’ya gelen hemen tüm politikacılar, aristokratlar ve sanatkârlar konaklamak için tercih ederler.
Bu otelin zemin koridorlarında, bu otelde kalan meşhurların imzalı fotoğrafları sergilenir.
Kimlerin resmi yoktur ki bu galeride…

Örneğin Monako Prensi Rainer ve eşi Grace, John F. Kennedy,  İndra Gandhi, Kraliçe Elizabeth II, İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi Süreyya, Leonard Bernstein, Zubin Mehta, Herbert von Karajan, Ernest Hemingway, Rudolf Nureyev, Charlie Chaplin, Walt Disney, Orson Welles, Gilbert Becaud, Jose Carreras, Placido Domingo, Romy Schneider, Sharon Stone, Jane Fonda, Ricky Martin, Gloria Gaynor, Lech Walesa bu   otelde kalan isimlerden yalnızca birkaç tanesidir.

Neyse…
Bir sabah kahvaltı için salona indim.
Arkadaşlarımın masasında bir yer edindikten sonra yiyeceklerimi seçmek için açık büfeye yöneldim.
Biri birinden güzel hazırlanmış kahvaltılıklara dalmışken bir bayan yanlışlıkla omzuma çarptı.
Ne oluyor diye baktığımda benden yaşlı ve çok zarif bir hanımefendi mütebessim bir çehre ile bana dönüp “excuse me” dedi.
Hiç sesimi çıkartmadım.
Olanca nazikliğimle başımı hafifçe eğip tebessüm ettim.
Olur böyle şeyler” gibisinden...
Sonra da kahvaltılıklarımı seçip masama döndüm...

Arkadaşlardan bir tanesi “Yücel, bil bakalım kahvaltıda kim var” dedi.
Nereden tahmin edebilirdim kahvaltıda kim olduğunu.
Bilmediğimi söyledim.
Bak, Başkan Jimmy Carter var burada” deyip, arkamdaki masalardan birini gösterdi...

Döndüm, baktım.
Beyaz saçlı, biraz yaşlanmış olan fıstıkçı Carter’ı hemen tanıdım tabii...

Fakat benim için asıl sürpriz olan yanındaki eşiydi.
Carter’ın hemen yanındaki bayan, biraz önce açık büfede yiyeceklerimi seçerken bana çarpan zarif hanımefendinin ta kendisi idi.
Başkan Carter’ın yiyeceklerini almış, şimdi de ona servis yapıyordu...

Olayı arkadaşlarıma anlattım.
Biraz önce o hanımın bana omuz attığını söyledim.
Nereden bilebilirdim onun First Lady olduğunu…

İsminin Rosalyn Carter olduğunu da daha sonra öğrendim.
Bizim tanıdığımız Başbakanlar, Devlet Başkanları kahvaltıya inmezlerdi.
Bunların karınlarını nerede doyurduklarını da hiç bilmezdik.
Ama şimdi karı-koca gelmiş baş başa bizlerle kahvaltı ediyorlardı.
Kuşluklarını da kendileri seçiyorlardı üstelik…

Kahvaltı salonunda olağanüstü pek bir koruma önlemi de görünmüyordu.
Kahvaltı salonundan çıkarken kenarda-köşede sotalanmış iri kıyım siyahî korumaları fark ettim.
Minik kulaklıkları ile hepsi biri biri ile temasta idi.
Ya bir saat önce First Lady’ye “önüne baksana…” deyip biraz da dayılansa idim.

Sonrasında başıma gelecekleri ne siz ne de ben tahmin bile edemezdik herhalde…

Sacher Oteli ile ilgili diğer fotoğraflar için :

21 Nisan 2008 Pazartesi

GİRLAN KÖYÜ...

Son iki haftadır şansım “köprü”lerden açıldı.
Geçen hafta Taşköprü’de idim.
Bu hafta da Vezirköprü’de…


Yolculuk bu kez Vezirköprü’nün tek Alevi köyü, eski ismi ile Girlan yeni ismi ile Güldere’ye.
Can dostumuz Eraslan Akyol’un davetlisi olarak.
Sabahın kuşluk vaktinde Eraslan kardeşimizin evinde köy ekmeği, köy yumurtası, köy sütü ve karakovan balı ile kahvaltımızı yaptık.
Sonra ailece Girlan köyü’nün yaylağı Kızılibik mesire yerine vardık.


Burası çam ağaçları arasında dağ manzaralı serin bir yükselti.
Bir kaynak suyunun yanında ve kızılcık ağacı altında yerimizi aldık.
Yer sofrası hazırlanırken bizler kısa süreli bir dağ yürüyüşü yaptık.
Dönüşte fırında nar gibi kızartılmış bir kuzu bizi bekliyordu.
Yanında da buz gibi kadehlerde aslan sütü…
Yer minderleri üzerinde mis gibi yemekleri hallettik.
Bizler nefis yemekleri yerken genç torunlar Yusuf ve Mesut hepimizi mest eden bir saz konseri verdiler.
Sonrasında saz ve söz ustası Eraslan kardeşimiz bağlamayı aldı eline ve vurdu sazın beline. Önce bize sazıyla ve de güzel sesiyle öyle içten bir “Hoşgeldiniz” dedi ki bu kadar olur :

Seyyahtan gelen mihmanlar
Fakurallar hoş geldiniz

Bize mihman olan canlar
Canlar bize hoş geldiniz

Mihmanlara canım kurban
Dillerde okuruz her an

Bu cemale oldum hayran

Mihman canlar hoş geldiniz

Mürşide yeter elimiz
Ol nazlı dosttan dokumuz
Kâbe’den gelir yolunuz

Mihman canlar hoş geldiniz

Demanım der yollar gözler
Meydanda bir olsun özler
Nasip verici ol sizler

Yeşil eller hoş geldiniz

Sonra da -söz verdiğimiz halde iki yıldır gelemediğimiz için- o kadar incesine taşladı ki bizi.
Tabii ki anlayana...

Ceylân gözlerine kurban olduğum
Tanrı selâmı almaz mısınız
Mevlâm sizi süs için mi
yarattı
Siz gel demeyince gelmez misiniz

Gurbete gidenler azığını alır
Kimisi döner de kimisi kalır

Kimi tavaf için Kâbe’ye
varır
Kâbe kapusundan bilmez misiniz

Sümmaniyem ben bu derdi niderim
Başım alır diyar diyar
giderim
Sizi Atatürk’e dava ederim

Siz mahşer yerine gelmez misiniz

Yemek sonrası söz, sohbet sazla şiirle sürdü gitti.

Peşinden 83 yaşındaki ozan Hacı Kâzım Akay büyüğümüz “Bak Şu Yaşlının Haline” şiiri ile yaşlı kişileri öyle bir anlattı ki :


Bak şu yaşlının haline
Dizinde dermanı yok

Ahirete gidecek amma
Elinde fermanı yok

Üstünde ceketi var
Altında gömleği yok
Dört oğlu iki kızı var
Bakacak evlâdı yok

Saçı sakalı karışmış
Berbere parası yok
Üç yüz koyunu var ama

Gütmeye merası yok

Baba oğul arasında
Yirmi yaş var ya da yok

Gücendirme o babayı
Sana cennette yer yok

Ey oğul sen bak babana
Sözüm gitmesin yabana
Koyunu kurt kapar ise

Ücret vermezler çobana

Sen ne dersin Hacı Kâzım
Bu sözlere karnımız tok
Bakmadı isen atana
Sana da cennette yer yok

Sonrasında da yine kendisinin “Ulan Yalan Dünya” şiiri ile 83 yıllık deneyimlerini öyle bir dile getirdi ki :

Ulan yalan dünya senden usandım
Sen gencecik kaldın kocalttın beni

Sözüne inandım da sana bağlandım

Bir daha doğarsam bağlanır mıyım

Yüzlerce sene yaşarım sandım
Samimiyim dedin de sözüne kandım
Pusuya düşürdün de sana
avlandım
Bir daha doğarsam avlanır
mıyım

Cilvene inandım da sarıldım sana
Ne hünerin var ise oynadın bana

Yürek dayanır mı bu kadar cana

Bir daha doğarsam aldanır mıyım

Dedemi aldın ebemi de aldın

Annemi aldın babamı da aldın

Doymadın bir de hanımı aldın

Bir daha doğarsam güvenir miyim


Hacı Kâzım ne diye bağlandın böyle
Bu yalan dünyanın hüneri öyle

Çıkar yol var ise o yolu
söyle
Bir daha doğarsam inanır mıyım

Sonrasında Eraslan kardeşimiz sazıyla, türküsüyle köyü Girlan’ı öyle bir anlattı ki :

Töresine hayran kaldım
Ne güzelmiş Girlan köyü
Kültüründen ibret aldım

Bir okulmuş Girlan köyü

Gardaş benim aklım durdu
İnsanlar hep gülüyordu
Bu köy bana çok şey verdi

Bir alemmiş Girlan köyü

Tarikatı, şeriatı
Yürür gider verdim notu
Karışıktır siyaseti

Bir politik Girlan köyü

Sahte yarım hacılar var
Cana yakın bacılar var

Görülmemiş öcüler var
Bir alemmiş Girlan köyü

Kocaslan’ın karakteri
Güldere’yi temsil eder
Yusuf Akay diye biri

Rakıyı hap diye yutar

Karaböcek sen bu işi
Çözemezsin böyle kalsın
İnsanları aydın kişi

Herkes ondan ibret alsın

Peşinden yine Hacı Kâzım Akay, “Bir Kefenle” şiiriyle yine yaşam felsefesini yansıttı :

Bir sualim var yazara
Bizi uğratmaya nazara
Ana rahminden geldik
pazara
Bir kefenle döneceğiz mezara

Ahiret tarlasını ektik mi
Hayır fidanını diktik mi
Benlik kütüğünü yıktık mı

Parasız pulsuz döndük mezara

Bir yoksulu gözettik mi
Dik yokuşu düzelttik mi

Kış gününü yaz ettik mi
Yorgansız, çulsuz döndük
mezara

İnsanlığı yaşadık mı
Yalan sözü boşadık mı

Ahiret yolunu döşedik mi
Çiçeksiz, gülsüz döndük
mezara

Hacı Kâzım der yazarım
Kendimden şüphe sezerim

Divane gibi gezerim
Bir kefenle döndük mezara


Daha neler, neler...
Ne şiirler, ne türküler, ne içten sohbetler.
Ne hikâyeler, ne anılar.
Bitmesini hiç istemediğimiz sevgi dolu, şiir, müzik, dostluk ve keyif dolu Pazar günü geç saatlerde can dostlara, bu güzel insanlara, insan gibi insanlara “eyvallah” diyerek sonlandı.


Girlan Köyü fotoğrafları için :

http://picasaweb.google.com/tanyeri/Girlan





14 Nisan 2008 Pazartesi

TAŞKÖPRÜ...



Taşköprü’deyim. 

Kebap kuyusunun başında 

Ne sen farkındasın 

Ne de polis farkında…

Dün (13 Nisan 2008) Pazar günü idi. Sabah 06.00 da yola koyuldum. Gerze, Boyabat üzerinden Dranaz geçidini kuş gibi aşarak ve de Ahmet Muhip'i anarak uzunca bir yol katettikten sonra Taşköprü ilçemize ulaştım.

Taşköprü, Kastamonu ilimize bağlı şirin bir yerleşim bölgesi. Antik dönemdeki ismi “Pompeipolis” burasının. Eskiden beri Gökırmak üzerindeki görkemli taş köprüsü ile ünlü. Kent, ismini de bu taş köprüden alıyor zaten. Ancak günümüzde ise sarımsağı ve Püryan kebabı ile meşhur.

Her sene bahar aylarında gelirim buraya. Püryan Kebabı yemek için. Çünkü bu kebabının en kalitelisi bahar kuzusu'ndan yapılanıdır.

En iyi kebabı da Ateşoğulları'ndan Şükrü Ateş yapar burada. Üç kuşaktır babadan oğula geçen bir deneyimle yapılır bu kebap. İçinde odun yakılan bir kuyuya çengellerle asılan sekiz kuzu saatler boyu bu kuyunun içinde pişer ve nar gibi kızarmış lokum yumuşaklığındaki kuzu eti yetişenlere sıcak sıcak servis edilir. Kuyu’nun kapağı öğlen vakitlerinde açılır. 8 kuzu iki saat içerisinde müşterilere dağıtılır. Sonrasında gelenler avuçlarını yalarlar. Onun için öğlen vakitlerinde Taşköprü’de olunması gerekir.

Bizler de öyle yaptık. Saat tam 12.00 de Taşköprü'de idik. Gökırmak eriyen kar sularını taş köprünün altından geçirmekle meşguldü. Hemen göreve soyunduk. Dışı kıtır, içi lokum gibi kuzu etini parmaklarımızla birlikte yedik.


Sonra Kastamonu üzerinden Devrekani’ye geçtim. Burada da dünyanın en güzel “lokma”sı yapılıyordu. Lokmacı Ali Demirbaş tarafından. Lokma ustası, bu işi 11 yaşında babasından öğrenmişti.

63 yıldır her Pazar günü yalnızca bu işi yapıyordu. İki masalı, 8 sandalyeli tek gözlü bu iddiasız dükkânında... Hamuru kesip, kaynar ayçiçeği yağı içerisine atıyordu. Kısa zamanda zar inceliğindeki kızarmış sıcak lokmalar hemen servis ediliyordu. Usta’nın ustalıkla yaptığı bir ’ti bu. Ali Usta, hangi iş’i en iyi yapıyorsa onu yapıyor ve başka da hiçbir şey yapmıyor ve satmıyordu bu ekmek teknesinde… Sorduğunuzda da “Allaha şükür kazanıyorum” diyordu dolu dolu porsiyonlarını 2 Lira’ya size sunduğunda.



Neyse, yeniden yola koyuldum. Bahar tüm görkemiyle yerleşmişti yöreye. Turfanda yeşilin içinde, beyaz çiçeklerle donanmış meyve ağaçlarının arasında ve yoğun kayın ormanı içerisinden Abana’ya indim. Rengârenk nahif tablolar arasından geçerek. Sonrasında oya gibi işlenmiş batı Karadeniz sahilini izleyerek Türkeli, Ayancık ve Sinop’u arkamızda bırakarak tam 14 saat sonra yeniden Samsun’a ulaştım.

Yarın Pazartesi. Yeni bir hafta daha başlayacak. Birçok öğrenci, sayısız hasta ve çok sayıda ameliyat yine beni bekliyor olacak.

Ama bu moralle yine hepsinin üstesinden gelirim herhalde…




10 Nisan 2008 Perşembe

BİR DÜĞÜN DAVETİYESİ...


Sarı, saman kağıda basılmış bir davetiye.
Bir matbaada mürettip tarafından elle dizilmiş.
Elle tek tek basılmış.
Cümleler saygıyla düzenlenmiş.
Varidat Müdürü tarafından imzalanmış.
Müteveffa Ahmet Bey'in kızı Fahriye hanım ile Milli Emlâk memuru Yusuf Besim efendi evleniyorlar.
Yer, Sinop Belediye Dairesi.
Tarih 7 Eylül 1933 Perşembe.
Nikâh merasimi icra kılınacak.
Zatıâlilerinin de teşrifi rica ediliyor.
Bu vesile ile derin saygıların sunulması da ihmal edilmiyor.
Cumhuriyet'in kuruluşunun 10.cu yıldönümünde.
Yani, bundan tam 75 yıl önce…
Her şey Yusuf Besim bey’in Yaylak Posta Müdürü iken 7 Mayıs 1932 de Sinop “Emlâk-ı Milliye” memurluğuna tayin edilmesi ile başlıyor.
Yusuf Besim bey 25-26 yaşlarında.
Bekâr.
Sinop küçük bir yer.
Varidat Müdürü aracı oluyor.
Müteveffa Ahmet bey’in kızı Fahriye’yi Y. Besim beye istiyorlar.
Beyaz gelinlikler hazırlanıyor.
Tel duvaklar takılıyor.
Beyaz mendilli siyah takım elbise giyiliyor.
Siyah papyon özenle yakaya takılıyor.
Müteveffa Ahmet bey’in kızı ile Hasan efendi’nin oğlu evleniyorlar.
7 Eylûl 933 tarihinde.
Bu evlilikten beş çocuk dünyaya geliyor.
Lâhut, Gülümser, Yıldız, Esra ve…
Ve en küçükleri ben.
Yani, Yücel Tanyeri.
Onlar erdiler muratlarına, bizler çıktık kerevetlerine…

7 Nisan 2008 Pazartesi

BAŞARININ ARDINDAKİ SIR...


Ne Aziz Yıldırım.
Ne 60.000 kişilik Saraçoğlu Stadyumu.
Ne Zico, ne Aurelio, ne Aleks, ne Roberto Carlos.
Ve ne de muhteşem seyirci

Başarının arkasında “Hacer Hanım” var.

Hacer Hanım” da kim diyeceksiniz.
Arkadaşım Tevfik Sönmez’in eşidir.
Hacca gitmiş, hacı olmuştur.
Namazında, niyazında saygın bir ev hanımıdır...

Fatih Sönmez’in annesidir.
O da kim diyeceksiniz...
Hacer ve Tevfik Sönmez’in üç çocuğundan biridir.
Fatih Sönmez elimizde yetişmiştir.

Samsun Anadolu Lisesi son sınıfında iken “Rotary Öğrenci Değişim Programı” ile bir yıllığına Brezilya’ya göndermişizdir.
Dönüşte önce Samsunspor’da Brezilyalı futbolcu Rafael’in daha sonra da Trabzonspor’un antrenörü Lazaroni’nin tercümanlığını yapmıştır.

Lazaroni'nin Trabzon'dan ayrılması ile de Fenerbahçe’ye Portekizce tercüman olarak alınmıştır.
Birkaç yıldır Fenerbahçe’de Zico’nun ve Brezilyalı futbolcuların tercümanlığını yapmaktadır.

Annesi Hacer Hanım birkaç yıl öncesine kadar futbolla hiç ilgilenmemiştir.
Ama oğlu Fenerbahçe’ye geldikten sonra fanatik bir FB yandaşı olmuştur...

Her maç öncesi hem oğlu hem de FB için dua eder.
Heyecanla maçı seyreder.
Maç sonunda da oğlunu gururla Televizyonlarda izler...

4 Mart 2008 günü FB İspanya’da Sevilla ile oynamaktadır.
İstanbul’daki ilk maçı Fenerbahçe 3-2 kazanmıştır.
Ancak takım Sevilla’da son dakikalarda 3-1 mağlup durumdadır.
Bu sonuçla FB kupadan elenecektir.

Son on dakikaya girildiğinde Hacer Hanım’ın cep telefonu çalar.
Oğlu Fatih, Sevilla’dan stadın içinden aramaktadır.
Fatih, seyircilerin gürültüsü içerisinde yalvarır.
Anne, ne olur bizim için dua et” der ve kapatır.
Hacer Hanım maçtan önce zaten duasını okumuştur.

Ana yüreğidir dayanamaz.
Bir kez daha dua eder.
80. dakikada Deivid bir gol atar.
Skor 3-2 olur ve maç uzatmaya gider...
Uzatmada da sonuç değişmez.
İş penaltı atışlarına kalır...

Fatih, yine arar.
Annesine dua etmesini söyler.
Penaltılarda kaleci Volkan 3 penaltıyı kurtarır.
Fenerbahçe mucizevî bir biçimde turu geçer...

Son iki yılın UEFA Kupa Şampiyonunu elemiştir.
Avrupa’nın ilk 8 takımı arasına kalmıştır.
FB çeyrek final ilk maçını 2 Nisan akşamı Kadıköy’de İngiliz Chelsea ile oynar.
İlk yarıda FB maçı 1-0 geride kapatır.
FB iyi oynamamaktadır.
İkinci yarıda fark artabilecektir.
Durum umutsuzdur...

Fatih devre arasında Saraçoğlu stadından yine annesini arar.
Hacer Hanım tüm takım için bir kez daha dua eder.
Ve Fenerbahçe, ikinci yarıda çok güzel oynayıp, Colin Kâzım ve Deivid’in golleri ile maçı çevirir.
Şimdi bu maçın rövanşı yarın İngiltere’de Chelsea’nin sahasında oynanacaktır.

FB berabere kalsa bile Avrupa’nın en iyi dört takımından birisi olacaktır.
Yüzbir yıldır görmediği bir başarıyı yakalayacaktır.
Eğer bunu başarabilirlerse, bunun arkasında hiç kuşkusuz Fatih Sönmez'in annesi Hacer Hanım’ın içten dualarının katkısı da olacaktır…

Fatih Sönmez’in fotoğrafları için lütfen tıklayın :

3 Nisan 2008 Perşembe

NİĞDE GAZOZU...

Dün ameliyat günümdü.
Yoğun ameliyatlarım vardı.
Ameliyathaneden çıktıktan sonra odama geldim.
Odamda kocaman bir karton kutu beni bekliyordu.
Meraklandım.
Heyecanla kutuyu açtım.
İçerisinden güzelce paketlenmiş bir sandık gazoz çıktı.
Niğde Gazozu…

Biliyorsunuz 25 Şubat’ta bu blog içerisinde “Yerli malı, yurdun malı...” başlıklı bir yazı yazmış ve bu gazozun güzelliklerini anlatmıştım. Ve “nerede bulursam artık bu gazozu içeceğimi” de ilave etmiştim.
Ancak Samsun’da bu güzelim gazozu bulmam mümkün değildi.

Bunu göz önünde bulunduran sevgili arkadaşım “düş hekimi” Yalçın Ergir, Ankara’da aramış-taramış, ne yapmış etmiş bir kasa gazozu bulup kargo ile adresime göndermişti.

Düş Hekimi’min gönderdiği gazozlar, ameliyatların yorgunluğu üstüne “ilaç” gibi gelmişti.
Hemen bir-ikisini indirdim mideye.
Tat ayni tat, nefaset ayni nefasetti…
Yorgunluğum gitmişti.
Rahatlamış, ferahlamıştım.

Oturdum, hemen bir teşekkür yazısı yazdım “düş ve düşçü bulma kurumu” yöneticisi “düş hekimi” sevgili Yalçın Ergir’e…

“Gazozun içindeki kabarcıklar sayısı kadar” teşekkürlerimi ilettim.

Neyse ki son yazım “Çarşamba Treni”ni okumamıştı sevgili düş hekimimiz.
Aksi takdirde bir ay sonraki kargodan 100 tonluk bir Çarşamba Treni de çıkabilirdi…


Düşhekimi Yalçın Ergir'in yazılarına ulaşabilirsiniz :



1 Nisan 2008 Salı

SAMSUN-ÇARŞAMBA TRENİ...



Çocukluğumuzda en keyif aldığımız olaylardan biri idi Çarşamba treni ile seyahat...
Genellikle Pazar günü İstasyon’dan binerdik bu dar hatlı trene.
Yaz aylarında bazen Derbent durağında bazen de Kirazlık durağında iner ve denize giderdik.
Samsun-Çarşamba arası tren ile 38 km idi.
Dümdüz bir hatta ağaçlar arasında seyahat edilirdi.
Çarşamba’ya kadar gittiğimiz ancak birkaç kezdir.

Okullarımızda birlikte okuduğumuz arkadaşlarımızın bir bölümü ise her gün bu trenle Çarşamba’dan okulumuza gelir ve akşam da ayni trenle geri dönerlerdi.
Ben bu trene çok sık binemediğim için onlara imrenirdim.
Kim bilir ne güzel yolculuklar yaparlardı.
Bu tren, kovboy filmlerindeki trenlerin aynısı idi.
Bacasından yoğun kara dumanlar çıkartırdı.
Koyu yeşil boyalı ahşap kaplamalı küçük vagonları vardı.
Kompartımanların içi dar, ancak sevimli idi.
Ahşaptan yapılmış dik ve sağlam banklara oturulurdu.
Trenin en arkasında açık bir vagon bulunurdu ve onunla yük taşınırdı.
Çarşamba köylüleri her Cumartesi günü bu trenle pazar yerine gelir ve burada yüklerini indirerek mis gibi kokulu meyve ve sebzeleri satışa sunarlardı.
Pazarda gezmek, onların getirdiği meyve-sebzeleri seçmek de büyük bir keyifti.
Annem beni her Cumartesi bu pazara götürür, doldurduğumuz fileleri taşımakta ona yardımcı olmamı isterdi.
Eve gidene kadar alınanların bir kısmını daha yolda iken mideme indirirdim.

Bu güzelim hat Cumhuriyetin yaptığı ilk demiryolu idi.
Atatürk bu yolun yapımı için bir gün önce Hamidiye Zırhlısı ile Samsun’a gelmiş, 21 Eylül 1924 de temelini atmış, iki yıl sonra da 1926 yılında tren hizmete girmişti.

Otomobillerin olmadığı, karayolunun pek kullanılmadığı dönemde çok büyük görevler yapmıştı.
1960 yılında Samsun’dan ayrılırken tüm gücü ile hizmete devam ediyordu.
19 yıl sonra Samsun’a döndüğümde ise hizmet dışı kalmıştı.
Kapatılmıştı...

Zaman zaman eskimiş, bakımsız kalmış, otlar tarafından sarılmış bu dar tren hattına bakar üzülürdüm.
Bir süre sonra nasıl olduysa hattın açılmasına karar verildi.
Yeniden geniş ve asrî bir tren yolu yapıldı.
Koca dizel lokomotifli, koca vagonlu hantal trenler sefere konuldu.

Ama karayolu ile rekabet edemedi.
Bir süre sonra tren hattı yeniden kapatıldı.
Şimdi 3 gidiş 3 gelişli beton asfalt Samsun-Çarşamba karayolunun üzerinde 110-120 km. süratle seyreden araçlarda bulunanlar, yeniden otlarla kaplanan yanlarındaki bu güzelim yolu görmüyorlar bile…

Samsun-Çarşamba Treni ek fotoğrafları için :