YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

25 Mart 2008 Salı

FIRTINA DERESİ...

2001 yılı yaz aylarında Rize-Çamlıhemşin’e gitmiştim. Orada Samsun’dan arkadaşım Selçuk Güney’in Fırtına Deresi içindeki “Fırtına Pansiyonu”nda kalmıştım. Yol ile Fırtına Deresi arasında yer alan bu pansiyon huzur dolu bir ortamdı. Geceleri Fırtına Dersinin gürültüsü içerisinde uyuyordunuz. Sabah uyanıp, yanına gittiğinizde de koca taşlar arasından tüm heybetiyle gürül gürül akan Fırtına Deresi “günaydın” diyordu size…

O günlerde Fırtına Deresi üzerine baraj yapılması gündemdeydi. Projeler tamamlanmış, greyderler gelmiş hatta birçok ağaç kesilmişti bile... Ancak çevre halkı burada baraj yapımına tümden karşı idi. Milyonlarca yıllardan beri tüm Kaçkarların suyunu denize taşıyan bu vadiye set çekilmesini, Fırtına’ya dizgin vurulmasını kabul edemiyorlardı.

Her sabah olduğu gibi o sabah da erkenden Fırtına kıyısına idim. Etrafta benden başka kimse yoktu.

Güneş yavaş yavaş sökün ederken, Fırtına Deresinin görkemli çağıltısı içinde gönlümden gelen sese kulak verdim…

FIRTINA…

Fırtına, özgür akmalı,
Fırtına şelâleler yapmalı,
Fırtına uğuldamalı,
Hem de bu vadilerde çağlamalı

Fırtına, coşmalı taşmalı,
Fırtına gürlemeli ses yapmalı,
Fırtına kabarmalı, yatağına sığmamalı,
Köpürmeli göllenmeli kıvrılmalı koşmalı

Fırtına’da alabalıklar zıplamalı
Fırtına’da dere kuşları dalmalı
Fırtına, insanlarla birlikte olmalı
Fırtına, taş köprülerin altından akmalı

Fırtına,
Karadeniz’le kucaklaşmalı
Sözün kısası, Fırtına,
Yeşillikler içinde yaşamalı…


Fırtına Deresi videom için lütfen tıklayınız :

.

18 Mart 2008 Salı

KÖYDEKİ GÜNEŞ...


2005 yılının Ağustos ayında bir Doğu Karadeniz gezisi yapmıştım.
O yolculuk sırasında tesadüfen tanıdım Azmi Aytekin’i…
Artvin Borçka’dan başlamıştık geziye.
Çoruh vadisini boydan boya geçmiş, Torul’da soluklanmıştık.
Biraz sonra nostaljik bir yola girecektik.
Eski yolu tırmanarak Hamsiköy üzerinden Trabzon’a inecektik.
Bu yol artık pek fazla kullanılmıyordu.
Çünkü onun yerine Zigana dağını tünelle geçen bir yol yapılmıştı.
Sürücüler artık bu asrî, duble yolu tercih ediyordu.
Haliyle diğer yol atıl kalmıştı.
Belki üzerinde kuş uçuyor ama bırakın kervanı doğru dürüst bir araç bile geçmiyordu artık bu yoldan…
Defalarca geçtiğim bu yolu tekrar görmek güzel olacaktı.
Vira bismillah” diyip yolu tırmanmaya başladık.
1600 metre yükseltide "Zigana Köyü"ne ulaştığımızda mola verdik.
Etrafa göz gezdirirken bir tabelâ dikkatimi çekti.
Bir köy evinin duvarında “Güneş Sanat Merkezi” yazıyordu.
Gözümü ovuşturup bir kez daha baktım.
Evet, “Güneş Sanat Merkezi” yazıyordu.
Rüya filan değildi.
Gözden uzak, gönülden ırak böyle bir köyde Sanat Merkezi vardı.
Açık kapısından içeri baktığımda, karanlık, tozlu geniş bir oda ile karşılaştım.
Köy evi şeklinde düzenlenmiş ve birçok sanatsal obje ile bezenmişti.
Sonra da bu güzelliğin sahibi olduğunu öğrendiğim 70 yaşlarındaki ressam Azmi Aytekin ile tanıştım.
Gönülden sunduğu sıcak çayını, kilimlerle döşeli sedir üzerinde yudumlarken daha yakından tanıma sevincine ulaştım onu…
Doğduğu köyde yıllar önce bir sergi açmıştı.
Zigana dağlarını dolaşarak ağaç köklerini toplamış ve birçok somut figürü sergilemeye başlamıştı. Bu akıma da “köküizm-köklerin dili” ismini vermişti. Üç boyutlu bu ilginç figürlerin arasına da kendi yaptığı tabloları yerleştirmiş, pencere camlarını dekoratif biçimde boyamış, şiirlerle bezemiş, düşüncelerini yazarak yerleştirmiş ve bir “Sanat Merkezi” oluşturmuştu. Mütevazi bir de kitaplığı vardı bu köy odasının.
Birilerinin gelip, takdir etmesi pek önemli değildi onun için.
Köyün çocuklarına biraz yol gösterse yeterdi…
Beş dakikalığına uğradığımı bu ufak köyde bir saatten fazla kalmış, şaşırmış, “sanat, sanat için mi yoksa toplum için midir” sorusunu sorgulamıştım.
Dönüş yolu, Azmi Aytekin’in galerisinin duvarlarında yazılı olan “sen Bulgar kaşkavalı ben köy çökeleği, nasıl anlatabilirim sana kimsesizliğimi…” sözlerinin anlamını yorumlayarak geçti Zigana dağlarının doyumsuz güzelliği arasında…

Güneş Sanat Merkezi'nin fotoğrafları için :

Güneş Sanat Merkezi Web Sitesi :
http://www.aytekin.net/


14 Mart 2008 Cuma

KEFELİ APARTMANI...


Kefeli Apartmanı, çocukluğumuzda Samsun’un en görkemli yapısı idi.
1950’li yıllarda Samsun’un tümü 2-3 katlı evlerden oluşuyordu.
Apartman olarak 7 katlı bir tek “o” vardı...

Başkaca büyük yapı görmediğimiz için bizi çok etkilerdi.
Her önünden geçişimizde başımızı göğe kaldırır hayranlıkla incelerdik.
Benzerlerinin İstanbul’da olduğu söylenirdi.
Kentin ana geçiş yolu olan Irmak caddesi üzerinde bulunurdu...

Önünde şehir parkı vardı.
Görkemli Atatürk heykeli tam önünde bulunurdu.
Atatürk heykelinin en güzel resimleri hep Kefeli Apartmanına çıkılarak çekilmişti.
Atatürk heykelinin fotoğrafı deniz tarafından çekildiğinde ise tüm görkemiyle arkasında muhakkak Kefeli Apartmanı çıkar, sağındaki solundaki tek katlı lokantalar, pastaneler, dükkânların arasından tüm heybetiyle görüntü verirdi...


Yapı, 1930’lu yıllarda Hakkı Kefeli tarafından yaptırılmıştı.
Cumhuriyet döneminin Samsun’daki ilk görkemli binasıydı.
Samsun’un ilk apartmanı idi...

İlginç bir mimari yapısı vardı.
Ancak mimarını da, ustasını da, kalfasını da kimse bilmiyordu.
Yapının cephe düzeni, süsleme ve ayrıntıları 1920’lerin özelliklerini yansıtırdı.
Girişi ana cadde üzerinde değil bir arka sokaktaki Orhaniye geçidindendi.
Yüksek demir kapıdan içeri girildiğinde yan duvarlarda bal rengi ve lacivert karo seramikler karşılardı sizi…

Girişin iki yanında, duvara resmedilmiş 1934 tarihli büyük boy renkli iki tablo vardı.
Mozaik tabanlı merdivenler kıvrılarak sizi yukarı katlara taşırdı.
Birinci katta Avukat Cemalettin Bulak’ın yazıhanesi vardı.
Babam, emekli olduktan sonra bir süre burada çalışmıştı.
Bu nedenle büyük siyah deri koltuklarla döşeli bu katı iyi bilirdim.
Daha üst katlar o zamanlar ev olarak kullanılırdı.
Önünde manolya ağaçlı geniş bir park, Avusturya'lı heykeltraş Krippel tarafından 1933 yılında yapılmış olan görkemli Atatürk heykeli ve onun da önünde deniz bulunurdu.
O dönemlerde liman yapılmamış olduğu için sahil çok yakınındaydı.
Samsun’un o dönemde her halde en değerli yeri olmalıydı.

20 yıl sonra Samsun’a geldiğimde onun zavallı haline çok üzülmüştüm.
Yaşlanmıştı.
Bakımsız kalmıştı.
Yanında kendisinden büyük, kendisinden daha kalın gövdeli birçok binalar zuhur etmişti.
Onların arasında bir kibrit kutusu gibi kalmış, tüm görkemini yitirmişti.
Sanki bir gecekondu yapısı gibi kalmıştı.
Büyüteçle arasanız kendisini zor bulurdunuz...

İçinde barınan aile de kalmamıştı.
Tüm katları iş yeri olmuştu.
Girişteki tabloların boyaları dökülmüş, tozlanmıştı.
Merdivenler yıpranmış, mozaikler dökülmüş, merdiven demirleri ortaya çıkmıştı.
Bu taş bina, yılların yorgunluğuna yine de taş gibi dayanıyordu.

Önünden geçenler bu apartmanı artık fark etmeseler de.
Geçmiş görkemini bilmeseler de…




.

10 Mart 2008 Pazartesi

TANER ÇAĞLAYAN'A...

Türk Halk ve Türk Sanat Müziği Samsun’da oldukça kaliteli biçimde uygulanan sanat dallarıdır.
Bu konularda İlimizin yetiştirdiği çok büyük değerler vardır.
Bunlardan birisi de genç yaşlarında Türk Sanat Müziğine gönül vermiş ve Samsun Musiki Cemiyeti ve Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Şefliklerini yürütmüş olan Taner Çağlayan’dır.

Taner Bey, işini çok seven ve çok titizlikle, ciddiyetle uygulayan bir sanatçıdır. Samsunlular yıllardan beri onu bu özellikleri ile bilirler.
Konserlerini her zaman büyük keyif alarak izlemişimdir.
Taner Bey, Musiki’nin yanında Şiir ve Edebiyat’la da uğraşır.

Taner Bey, 19 Mayıs 2001 tarihinde, “Mısralarla Gönlümdeki Yavaşca başlıklı yeni yayınladığı bir kitabını, “Dostu olmaktan gurur duyduğum, Hocaların Hocası, Sanat ve Sanatçı hayranı Prof. Dr. Sayın Yücel Tanyeri’ye sevgi, saygı ve sena ile… yazmış ve imzalamış olarak bana armağan etti.

Kitap, çok farklı bir biyografi çalışmasıydı.
Bu kitap, değerli meslektaşımız Dr. Alâeddin Yavaşca’nın yaşamını, sanatını ve hekimliğini anlatan, tümü hece vezni ile yazılmış tam 438 mısra’dan oluşan Kaside şeklinde yazılmış bir eserdi.

O hafta sonu Sinop’ta sakin bir ortamda bu eseri en ince ayrıntısına kadar okudum.
Eserden çok etkilenmiştim.

Ertesi gün Sinop’un sessiz ortamında bu eserdeki “hece vezni” düzenini kullanarak yazdığım bir şiirle, değerli dostum Taner Çağlayan’a bana imzalayarak sunduğu bu eser’e “teşekkür”lerimi naçizâne bir biçimde sunmak istedim.

Ne kadar başarabildim bilemiyorum.
Bu şekilde yaptığım ilk denemem olduğunu göz önüne alarak siz karar verin :



TANER ÇAĞLAYAN’A

Taner Çağlayan gibi sanatkâr ruhlu bir deha
Alâeddin Yavaşca gibi büyük bir Hocaya

Vefa dolu satırlarını dökerken nazımla

Hayat dolu coşkulu bir eser çıktı ortaya

Bu vefalı eserini gözden uzak tutmadım
Bir nefeste okurken seni de
unutmadım
Bu dünyada gerçek bir derviş ve Çağlayansın

Musikimizde ise koca, engin bir çınarsın

Dört yüz otuz sekiz mısra ve on dört hece ile
Abartısız kutsal duygularla,
kelimelerle
Anlattın bize deryayı şiirle, alâ ettin

Yavaşca’yı tanıttın ve ruhumuza indirdin

Okurken müzik dolu hayatını duygulandım
Bestenigâr, Suz-i Dilâra büyük keyif aldım
Hammamî Zade, Tanburi Cemil
hatırlayıp
Yavaşca’yı tanımamış olduğuma utandım

Mısralarla Gönlümdeki Yavaşca kitabıylan
Bir kasidede aziz meslektaşımı anlatan

İçten duygularımla sana minnet sana şükrân

Kadim dostum muhterem kardeşim Taner Çağlayan

Dr. Yücel Tanyeri, 2001 Sinop

6 Mart 2008 Perşembe

CUMHURİYET'İN KADINI...


Huriye Aydın, teyzemin kızıydı. 
Bizim büyüğümüzdü. 
Bu nedenle ona hep “Huriye Abla” diye hitap ederdik. 
Cumhuriyet’in ilânından iki yıl sonra 1925 yılında Sinop’ta doğmuştu. 
Cumhuriyetin ilk yıllarında Cumhuriyet eğitimi ile yetişmişti. 
Bu nedenle tam anlamıyla Cumhuriyet’in bir kadını idi. 
Aydın, bilgili, kültürlü, saygın ve çağdaş... 

Kendisi gibi değerli üç evlât yetiştirmişti. 
Bir yıl önce, 82 yaşında yitirdik Huriye Abla’mızı.

Huriye Abla'mın Sinop Akşam Kız Sanat Okulunda eğitim görürken 6 Ocak 1945 tarihinde, bundan 63 yıl önce 20 yaşında iken yaptığı konuşmanın, kendi el yazısı ile kaleme aldığı metin, ölümünden sonra evrakları arasında bulundu. Bu konuşmayı, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” nedeniyle başta Huriye Ablam olmak üzere tüm Cumhuriyet kadınlarının aziz anısına, virgülüne dokunmadan aynen iletiyorum.

Nurlar içerisinde yatsın…

……………

Arkadaşlar:

Tarihin başlangıç devirlerine çıktığımız zaman ilk aile ocağının kurucusu olmak üzere kadını görürüz. Babanın aile ocağının kurucusu olarak oynadığı rol sathi olduğu halde kadının ailedeki mevki’i esaslı bir kurucu durumundadır. Tarihin ilk karanlık devirlerinde kadın, tapılmağa lâyık bir tanrıça olarak telakki edilmişti. Nitekim ilk tanrılar tamamile kadınlardır. Kadın bu devirlerde yalnız çocukların değil, medeniyetlerin de bir anası idi.

İktisadi terakkilerin bir kısmı kadınlar tarafından gerçeklendirilmişti. Erkekler av arkasında koşarken, kadın kurduğu aile yuvasının başında ziraati keşfediyordu. Ev hizmetlerini mükemmelleştirmek için ipliği sonra da örgüyü yaratıyordu.

Kuvvetle tahmin edildiğine göre, dikişin, çömlekçiliğin, örücülüğün mucidi kadınlar, hatta ticareti bilen de kadınlardı. Yuvayı onlar kurdu, hayvanları onlar evcilleştirdi ve sosyal ilgi san’atının ne olduğunu erkeklere öğretmekle medeniyetin bir temel taşı oldu.

Bütün bu devirlerde ve daha sonra kadın tanrıça mevkiine rakipsiz yükselmiştir. Yunanlıların taptıkları “İstar”, Sibel”, “Demeter”, “Serez” ve “Afrodit” isimlerini eski arz tanrılarının modern şekilleri olarak sayabiliriz.

Bu arada toprakla çiftçilikle çok yakından ilgilenen, şifa verici nebatlarla sadece uğraşan gene kadınlar olmuştur. Ve bugünkü tıp dediğimiz san’atın doğmasında da kadınlar âmil oldu. Böylece kadının kutsallığı iptidaî babalarımızın zihninde büyüdükçe büyüdü, genişledi.

Bütün bunlara rağmen kadın bir tanrı olarak tanındığı zamanlarda bile erkeğin tahakkümünden kurtulamamış, onunla ayni müsavi hak ve şarta sahip olamamıştır. Hele dinlerin tekâmül etmeğe başladığı zamanlarda kadın esareti müthiş bir hal içine düşmüştür… Yalnız bu esaret kadının yuvaya bağlı bir varlık olması, kadın esaretine rağmen medeniyetimizin yaratılmasında bilhassa zevkin tekâmülünde en hakiki bir âmildir. Eğer kadın da erkekle fiziki bir müsavata sahip olsaydı o da onun gibi av ve savaş peşinde koşacak, medeniyetin ilk merhalelerinde zevkin, süsün doğmasına imkân bulunmayacaktı. Bu hususta kadının esaretine borçlu bulunduğumuzu hiç bir zaman inkâr edemeyiz.

Bu yoldaki tetkikler bizi tek bir hakikatle karşılaştırır. “Güzel cins” adı verilen kadın bugün olduğu gibi tarihin ta başlangıç devirlerinde de eve bağlı olduğu kadar süse düşkündü. Hatta giyimin yayılmadığı zamanlarda da vücudunu döğmelerle süsler, saçının tuvalet kuvaförünü unutmaz, ayaklarını ve gerdanını kemikten, dişten eşyalarla donatırdı.

Demek oluyor ki bundan 10.000 yıl önce ve hatta daha eski devirlerde de kadın aynaya bakıyor, yüzünde ve vücudunda kusur bulduğu yerleri düzeltiyor, kendini daha güzel daha sevdirecek bir hâle sokuyordu. Kadının süslenmesi, kuvaförü tarihle beraber başlamış ve bugüne kadar devam ede gelmiştir.

Arkadaşlarım!

Ve işte bugün artık asırlar boyunca taassubun tazyiki altında bulunan Türk kadını ve onun bitmez tükenmez kabiliyet, istidat ve zevk hazineleri cemiyet hayatımızda vakit vakit kendini göstermiş uzak fasılalarla birkaç yıldız vererek şurada burada görülen işlerile keşfedilen bir altın maden gibi nihayet inkişaf ve serbestisini elde ederek hayata atılmıştır.

Bugünkü cemiyetin erkeleriyle iş başında bulunması, hayat mücadelesinde bir pay alması ve har sahada muvaffakiyeti ona verilen bir müsaade ile değil onun kendi varlığını örten siyah perdeyi sıyırıp atması sayesinde olmuştur.

San’atta, iş hayatında, sınırda bir erkek kadar azimli, o kadar cesur ve o kadar kabiliyetli olarak cemiyet hayatına karışmış ve o hayat içinde hava su kadar lüzumlu bir ihtiyaç haline gelmiştir. Zamanın kadınını bu seri ve sevimli inkişafı kadar ev hayatını ve giyimini de ihmal etmemektedir.

O güzel görünmek ve güzelliğine her zaman olduğu gibi ihtimam etmek zorundadır. Arkasına geçireceği elbiseyi günün modasına uydurmak ve kendini en ziyade güzel gösterecek rengi, biçimi ve kumaşı seçmek mecburiyetindedir.

Moda kadına öncülük ederken daima kadının zevkine tesir payı bırakır. Modanın verdiği birçok numunelerden en yakışanını seçmek kadın zevkinin tesir sahasıdır. Modanın diktatörlüğü yarı yarıya bu zevk sansüründen geçer. Bu sansür iyi işlemiyorsa kabahati modaya yüklemek doğru olamaz. Hedef: hiçbir zaman moda deyil yakışık ve sadelik olmalıdır. Bu da muhakkak surette görgü ve çalışma ile kabil olur.

İşte bunun içindir ki hükümetimiz kadın üzerinde titizlikle duruyor. Onu istenilen mevkie çıkartmak için uğraşıyor. Memleketimiz içinde yaşayan muhtelif seviye ve kültürdeki kadınları aşağı yukarı istenilen olgunluk çağına doğru ilerlemeye hazırlıyor. Kız enstitüleri ve akşam san’at okulları yurdumuzun aile yapısında belli başlı yerleri almış bulunuyorlar.

Bugün artık kadın kıyafeti zerafet ve zevk tekâmülünün son haddine varmış bulunuyor. Bu yoldaki faaliyetlerin en canlı ve yakın numunesi geçen yıl açılan ve şimdi içinde çalıştığımız mektebimizdir. Kapısından ilk adım attığımız gün ile şimdiki halimizi düşünecek olursak bu bakımdan bilgi ve görgümüzün ne kadar tez ve habersiz ilerlediğini, geliştiğini anlayabiliriz.

Unutmayalım ki her kadına lâzım gelen şey yalnız giyim değildir. El işleri, yemek, şapkacılık, çiçek bilhassa ev idaresi kısımlarında çalışmak tam manası ile zamanın kadını olabilmek muhakkak ki bir kadın için en büyük rütbedir.

Başımızda büyük bir alaka ile kendilerine verilen vazifeden çok daha fazla bir gayret ve yorgunluk göstermeden çalışan örneklerimiz var.

Her gün biraz daha artan hevesle kendilerinden istifade edelim ve muvaffakıyetimizi sergilerimizde, geçitlerimizde memleketimizin sınırları içinde iftiharla gösterelim.

Bu vesile ile yorulmak bilmez bir faaliyet, vakur bir nezaketle çalışan müdüre ve hocamıza teşekkürlerimi bildirmekle kıvanç duyarım…

6 Ocak 1945 Geçit münasebetile hazırlayıp söylediğim söz. 

Akşam Kız San’at Okulu II-B No. 59 Huriye Aydın

Mediha Şen Sancakoğlu'nun "Türk Kadın Marşı" için lütfen tıklayınız :

2 Mart 2008 Pazar

BOTLARIM...

2000 civarında KBB Uzmanının üye olduğu www.kanalkbb.net de 29.02.2008 tarihinde yayınlanmıştır.

Sevgili Orhan Yılmaz, Kanal KBB’nin Sosyal KBB bölümü için benden yazı istediğinde önce nedir bu “Sosyal KBB” diye sayfaya girip, inceledim. Hepsi biri birinden değerli üç meslektaşım Dr. Oğuz Basut, Dr. Cem Saka ve Dr. Esra Eryaman hayli pahalı motosikletleri ile pozlar vermişler ve çok güzel anılarını yazmış, yorumlarını yapmışlardı.

Ne yapacaktım. Ben bırakın motosiklet kullanmayı, daha bisiklete binmeyi bile bilmiyordum. Bizim “yediğimiz pekmez, gördüğümüz Antep”di. Başkaca bir özelliğimiz yoktu. Gerçekten ne yapacaktım…

Birden aklıma evde çamur içinde duran botlarım geldi. Onlar da beni meslektaşlarımınki kadar hızlı olmasa da, o kadar uzaklara götürmese de epey yükümü çekmişti.

Oğuz’un söylediği gibi “hobinin ötesinde bir tutkuydu, bir aşktı” benim için botlarım. Ben de “uzun yıllardır sımsıkı bağlıydım bu tutkuya…” Benim botlarım da “biraz zerafet, belki de biraz hava” değil miydi sevgili Oğuz’un yazdığı gibi. “Yakın uzak demeden, güneş kar çekinmeden yüklenip gezmek” değil miydi benimkisi de… Veya “kamp yapmak” değil miydi “görülesi yerlerde soluk almak, doğa ile iç içe spor yapmak”.Tanımak” yok muydu “köşe bucak Türkiye’yi” bizim de literatürümüzde.

Cem Saka kardeşimin söylediği gibi bizim “yapmamız gereken de o tehlikeyi bertaraf edip, istediğimiz şeye ulaşmak” değil de neydi. Ben de “hem efendiliğimi bozmayıp, hem de çılgınlığımı korumuyor muydum” botlarımı ayağıma geçirdiğimde. Ya da “botlarım bir isyan aracı” değil miydi yaşamaya. Veya “motosiklet dostluksa” botlarım dost değil miydi bana…

Sevgili Esra’nın yazdığı gibi “trekking” de “is a way of thinking” değil miydi benim için. Yürüyüş de “akıl ve vücudun uyum içinde yolculuğunu” anlatmaz mıydı. Ben de Esra gibi “ruhumu dinlendirmeyi, sükunet ihtiyacımı, özgürlüğümü” yürüyüşle karşılamıyor muydum. “Botların zevki uzun yürüyüşlerde çıkmıyor muydu.

Genç meslektaşlarımla birçok noktada buluşmuştuk. Onların alımlı motosikletleri vardı. Gençlerdi, hızlılardı. Ama herkes bu olanaklara sahip değildi. Ama hepimizin bir çift ayağı ve onu içine sokacak bir ayakkabısı vardı. Dağlar, bayırlar, düzlükler, ormanlar hemen yanımızdaydı. İster motorla, ister botla. Fark etmezdi açılmak için doğaya…

Ayağınıza ayakkabı takabiliyorken, giyin botlarınızı yürüyün yürüyebiliyorken...