YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

29 Mart 2009 Pazar

SAMSUN'DA OPERA...


Çocukluğumuzda bir kez Suna Kan gelmişti Samsun'a.
Yanılmıyorsam 1958 veya 1959 yılları idi.
Ortaokul öğrencileriydik.
Tekel İdaresi'nin salonunda toplamışlardı bizi.
Kemanından çıkan sesleri keyifle dinlemiştik.
Çok fazla anlamasak da...

1960'dan sonra Ankara'da idim.
Hafta sonları giderdik CSO Konserlerine.
O dönemde Devlet Tiyatroları çok önemli bir kurumdu.
Görkemli Tiyatro eserleri sahnelenirdi Ankara'da
Tiyatro'nun yanında Opera ve Bale ile de tanışmıştık.
Ne muhteşem gösteriler, eserler sunulurdu anlatılamaz.

30 yıl önce Samsun'a geri döndüm.
1979 da...
Özlemini çektiğim şeylerin başında idi görsel sunumlar.
Samsun'da Opera veya Bale olmadığı için gidemiyorduk.
Kısa süreli Ankara'ya gidişlerimizde de denk gelmiyordu.
Arada bir yurt dışı gezilerimizde zevkle izliyorduk Opera'yı.

Ankara, İstanbul ve İzmir'in dışında olmamıştı Opera ve Bale.
Önce Mersin'de açıldı Devlet Opera ve Balesi.
Sonrasında da Antalya'da kuruldu.
Samsun Opera ve Balesi'ni ise ancak hayal edebiliyordum.

Bu hayalim bir ay kadar önce gerçekleşti.
Kültür Bakanlığımız karar almıştı bir yıl önce.
Kağıt üstünde kurulmuştu Samsun Devlet Opera ve Balesi.
Ülkemizin 6. yerel Opera-Bale topluluğu Samsun'da kurulacaktı.
İnanılmaz bir haberdi.
Doğal olarak buraya gelmeleri biraz zaman aldı.
Gelen 155 kişilik büyük, dev bir ekipti...

"Opera Opera Dedikleri..." oyununu sundular.
Samsun'lulara.
5 Mart 2009' da.
Samsun Opera'sının "ilk gösterimi" idi.
Mozart'ın Requiem'i ile başladılar.
Borodin'in Prens Igor Opera'sından, 
Verdi'nin Il Travatore' sinden, 
Bizet'nin Carmen' inden,
Puccini'nin Tosca'sından,
Verdi'nin La Traviata'sından,
Puccini'nin Turandot Operasından bölümler sundular.
Ve Türk besteci S. Ada'nın Aşk-ı Memnu eserinden
parçalarla gösteriyi noktaladılar.
Gözlerimiz renk gördü, kulağımızın pası açıldı.

Tabii ki bir ısınma idi bu...
Samsun halkını Opera'ya ısındırma turlarıydı.
Çeşmebaşı, Giselle, Aşk İçin eserleri de sıradaydı.

Su gibi, ekmek gibi gerekliydi bu kültür girişimi.
Düşünenlere, getirenlere, emek verenlere binlerce alkış.
Ve de içten saygı...


Samsun'daki ilk Opera oyununun son sahnesi
"Gidelim Göksuya"yı izlemek için lütfen video'yu tıklayınız :




23 Mart 2009 Pazartesi

BAFRA... AH BAFRA...


Sevgili Alptekin Ahıshalıoğlu yakın arkadaşımdır.
Doğma, büyüme Bafra'lıdır.
Uzun yıllardır tanışırız.
Sözü sohbeti tatlıdır.
Müthiş bir hafızası vardır.
Başından geçenleri ayrıntısı ile öyle güzel anlatır ki şaşarım.
Bu nasıl hafızadır, bu nasıl güzel anlatımdır anlamam.
Sohbetlerimizde Bafra ile ilgili birçok anekdot anlatmıştır.
Bu anlattıklarını yazmasını, belgelemesini çok söyledim.
Sonra bunları Bafra'da bir yerel gazetede yayınlamaya başladı.
Sonunda öyle güzel bir yazı dizisi ortaya çıktı ki...
Bunları kitap haline getirmesini önerdim.
Uğraştı, çabaladı, emek verdi.
Bu yazıları "Bafra... Ah Bafra..." başlıklı bir kitapta toparladı.
Artık, Bafra'nın son 50 yılına ait canlı bir belgeseli var.
Alptekin'in güzel anlatımıyla ve de eski Bafra fotoğraflarıyla...

Bu kitaptan "Bafralı'nın Bilmesi Gerekenler" başlıklı yazıyı sunuyorum :

..........

Cimbilikler, Gavaslar, Şapalaklar, Tokalaklar ve Tabaklar diye sıraladığımda, bıyık altından gülmeye başladığınızı görür gibi oluyorum. Gülmeniz gayet doğaldır, zira bu beş aile, aşağı yukarı Bafra’da her aile ile akrabalık bağları kuran, Bafra’nın en eski ve köklü ailelerinden yalnızca beş tanesidir.

Dikkat çeken bir husus, bildiğimiz kadarıyla bu beş aileden hırsız, uğursuz, ahlâksız adam çıkmadığıdır. Beşinin de birbirleriyle enteresan benzerlikleri vardır: Bu ailelerin mensupları, hep yüksek sesle ve kavga eder gibi konuşurlar. Dışarıdan bakanlar veya onları tanımayanlar bu ailelerin mensuplarını cabbar ve ceberut insanlar zannederler, ama gerçekte öyle değildirler. Gürültücülüklerinin ve bağırarak konuşmalarının sebebi doğrudan kendileri değil, genetik özellikleridir.
Bunları yazıyor olmamın onları rahatsız etmeyeceğinden emin olduğum gibi, hiçbirinin bana sitem etmeyeceği kanaatimde yanılmayacağımdan da eminim. İstisnalar olabilecektir, ama meşhur “İstisnalar kaideyi bozmaz” sözü ölçümüz oldukça bunun pek önemi yok.

Meselâ Tokalağın Bekir Ağabey , arastada, avda ve hayatının hemen her alanında ömür boyu kavga etmiştir! Ama Tokalağın Orhan Ağabey’in, bırakın kavgayı, hiç kimseye yüksek sesle hitap ettiği görülmemiştir. Orhan Ağabey’in kayınbiraderi olan ve ana tarafı Şapalaklar, baba tarafı Tenekeciler olan kuyumcu Yalçın Usta, ustası olan Tokalağın Bekir Ağabey’le sık sık kavga ederdi.

Müsekkin-i âsap


Cimbiliğin Ahmet Dayı’nın Cumhuriyet Meydanı’ndaki lokantası sadece bir lokanta değil, “kaşıntısı tutan” kişilerin Ahmet Dayı tarafından “en münasip lisan” ile kaşındıkları bir “sosyal terapi merkezi” gibiydi!
Ahmet Dayı’nın ortanca oğlu olan, Hacınabi Mahallesi’nin anlı-şanlı muhtarı Selâhattin’de aynı sosyal hizmeti üstlenmiştir! Rahmetli babasından tevârüs ettiği üzere, “kaşınanları lisan-ı münasip ile kaşımaya” büyük bir vukufla devam eder. Neyzen Tevfik;

Azizim, sövmek müsekkin-i âsaptır
Binâenaleyh herkese meşrû haktır


beytini sanki Cimbiliğin Selâhattin’e cevaz vermek için yazmıştır; yani o kadar güzel küfreder! Ben de kendisine her defasında takılırım, fakat bu güne kadar bana tek bir kötü söz söylememiştir. Bilir ki kendisini kalben severim.
Bu ailelere mensup birinin damarına gafilin biri basmayagörsün, gözleri dünyayı görmez! Gavas’ın Fikret Ağabey, bir defasında, Bafra Panayırı’nın meşhur Babuş’un Tiyatrosu’nda kendisine yapılan bir yanlışlığı affetmemiş, feleğin çemberinden bir değil birkaç kez geçmiş olan kabadayı gürûhunu önüne kattığı gibi darmadağın etmişti. Hatta zamanının mafyası olan o ünlü Babuş, fena halde madara olduğu için iki veya üç yıl Bafra Panayırı’na uğrayamamıştı. Ancak adamları gelip Fikret Ağabey’den özür diledikten sonra aff-ı şâhâneye uğrayıp Bafra’ya gelebilmişlerdi.

Bafra’da hemen hemen her mahallede ve her köyde darb-ı mesel olmuş deyimler, atasözleri ve tekerlemeler vardı. Keşke ihmal etmeyip, derin bir kültürel birikimin ipuçları olan bu harika sözleri toparlasak ve bir kenara kaydedebilsek. Hepsi çok önemli yaşanmışlıkların ardından ortaya çıkan ve kuşaklar boyunca söylenegelen bu sözler, hayatın şablonu gibiydiler.

Bafralı’nın mâşerî dehâsı


Meselâ Martaala’da, yani Martıkale köyünde, “Tomaloğlar’dan yer alınmaz / Çakıroğlar’dan kız alınmaz” diye bir tekerleme vardı. Bu sözün temel teşkil ettiği yaşanmış gerçekler vardı. Tomaloğlar, hesaplarını-kitaplarını pek bilen varlıklı ailelerdi. Kolay kolay, hele de dışarıdan birine, asla arazi satmazlardı. Çakıroğlar ise aristokrattırlar; kimseleri beğenip zahmetsizce kız verdikleri görülmemişti, ya kendi denkleri ararlar veya o kızı kimseye vermezlerdi.

Meselâ bir yerde yiyenin içenin hesabı yoksa, yani kontrolsüz bir şekilde her gelenin istismarına açıksa, “Burası Hacicco’nun Çiftliği’ni geçti” denirdi.
Eğer biri çıkıp da “Bizi Enbiyalı’da eşkıya soymadı” sözünü söylüyorsa, anlaşılması gereken şey, o şahsın işlerinin dış etkenlerden dolayı değil, kendi eş-dostunun veya akraba ve taallûkatının istismarlarıyla bozulmuş olduğuydu.
“Yer, adamı yer” sözü ise, sonu daima ya hapishanede veya mezarda son bulan arazi kavgaları için kullanılan harika bir dersti.
Mülk edinmenin zor, satıp yemenin kolay ama sonuçlarının acı olduğu ise, “Evlek evlek hep sattık / Biz işte böyle battık” tekerlemesiyle yüzyıllar boyunca ders gibi anlatılmıştı.

Herhangi bir olayda muhatabınız olan kişi hiç gerekmediği halde lüzumsuz sakınmalar ve çekinmeler içindeyken, bu lüzumsuz davranışıyla çamlar deviriyorsa, “Bizim gelin bizden kaçar / Önünü kapatır arkasını açar” derlerdi.
Kafiyeli deyimler ille de ders yüklü olmak zorunda değildi. Meselâ özellikle seçim dönemlerinde siyasetin kızıştığı günlerde, “politika hastaları”ndan söz etmek gerektiğinde, “Aktekke’den Hidayet / Göltepe’den Naci / Kaygusuz’dan Raci” denilerek lâfa girilirdi. Çünkü bu isimler, gerek kendi köylerinde, gerek civar köylerde ve Bafra’da, sözü geçen politikacılar arasında ilk akla gelen isimlerdi.

Besmele kadar önemli!


Bafra’nın tarihine mâlolmuş önemli isimlerden ikisi Çakıroğun Rahim ile Göldepeli İbrahim’dir. Bu iki kişi öyle nüfuzlu, öyle önemli, zengin ve baskın kişiliklermiş ki Bafra halkı arasında yerleşen bir tekerleme, bu durumu uzun yıllar boyunca çok anlamlı bir incelikle günümüze kadar nakletmiş: “Bismillâhirrahmânirrahîm / Çakıroğun Rahim / Göldepeli İbrahim”.

‘Her işin başı besmeledir’ diye bir söz vardır ya, Bafralı’nın mâşerî dehâsı, besmelenin ölümsüzlük ifadesinin hemen ardından sıraladığı bu iki fâninin adıyla, esprinin en incesini yapmış.
Tam burada, bizim rahmetli Manav Turgut Ağabey’in oğlu Mehmet’in naklettiği hoş bir hatırayı nakletmeden geçmek olmaz:

Mehmet, İstanbul’da bir gün eşi ve oğluyla balık lokantasına gitmiş. Siparişleri gelince, manzaranın güzelliği karşısında aşka gelen Mehmet, çok keyiflendiği için babaannesinden duyduğu “Bismillâhirrahmânirrahîm / Çakıroğun Rahim / Göldepeli İbrahim” tekerlemesini söylemiş ve balığa girişmiş.
Yemeğin üzerine kahvelerini içerlerken, yan masadan kalkan 70 yaşlarında bir bey selâm vererek yaklaşmış ve “Efendim, affedersiniz… Bafralısınız değil mi?” diye sormuş. Mehmet, “Evet efendim, ama bunu nereden anladınız?” diye hayretle cevap vermiş. Yaşlı beyefendinin sözü gerçekten harikaymış: “Çünkü o tekerlemeyi sadece bir Bafralı bilebilir.” Kısa bir sohbette bulunmuşlar ve yaşlı bey müsaade isteyip ayrılırken, “Ha, unutmadan… Bendeniz o tekerlemedeki ‘Göldepeli İbrahim’in torunuyum” demiş!

Sınırsız ve sonsuz…


Bu arada Tabaklar’dan hiç bahsetmedik… Gelin, Tabaklar’la ilgili küçük hikâyeme kulak verin:
İsmail Siper ve Nihat Tabak, çocukluk yaşlarından itibaren ayni mahallede yetişen ve yedikleri-içtikleri ayrı gitmeyen canciğer arkadaşlardı. Birbirlerini görmeye bir gün dahi ara veremezlerdi. Bu kardeşlikten ileri samimiyetin dâhilinde bazen de birbirlerine kantarın topunu kaçıracak ölçüde şakalar yaparlardı.
İsmail Siper, bir gün Nihat Ağabey’in damarına öyle bir basmıştı ki, Nihat Ağabey’in tepkisi her zamankinden ağır olmuş ve “Bundan soora bennen gonuşma!” diye çizgiyi çekip son sözünü söylemişti.
Nihat Ağabey ertesi sabah, her gün olduğu gibi kargalar dahi kahvaltı yapmamışken dükkânı açmış. Açar açmaz da İsmail Ağabey damlamış. Hiç oralı olmayan Nihat Ağabey, sanki Siper orada yokmuş gibi davranarak, küslüğünü ciddi biçimde sürdürüyor, ama İsmail Ağabey, “La Nihat, bi acı gaave sööle de barışalım” gibi pişkin sözlerle bastırıyormuş.
Bir müddet direndikten sonra, Siper’in ısrarlı ve kararlı yaklaşımıy
la yüreği yumuşamaya başlayan Nihat Ağabey, sonunda istenen kahveyi söylemiş. Fakat kahveyle yetinmeyen İsmail Ağabey, “La Nihat, bi de soda sööle lan; yüreem yanî, ölmüşleriin ruhuna deysin” deyince, çay ocağına seslenilip, soda siparişi de verilmiş.
Kahveci kahveyle sodayı getirmiş. İsmail Ağabey kahvesini içtikten sonra soda şişesini alıp dükkânın önüne çıkmış. Bir tabureye yerleşmiş. Önce ayakkabılarını, ardından çoraplarını ağır ağır çıkarmış ve buz gibi soda ile ayaklarını yıkamaya başlamış!
Nihat Ağabey, “Naapin la sen ööle?!” diye bas bas bağırmaya başlamış. İsmail Ağabey ise gayet sakine, “Ne baarin oolum sen baa? Sodî ısmarladın ya, ister içerim, ister çimerim, ister ayaamı yıkarım; sen ne garışîsin” diye bir cevap vermesin mi?! Nihat Ağabey zaten oldukça seyrelmiş saçlarını yolup bas bas bağırarak ağzına geleni saymış. Ama İsmail Ağabey karşısına geçip sevimli göbeğini hoplata hoplata kahkahalar atarak büyük bir keyifle eski dostunun asabî hallerini izlemenin zevkini yaşamış.
Ne geçmişte, ne günümüzde, Bafra’da şakanın ve nüktenin sınırı veya sonu olmaz. Ama buna mukabil aynı sınırsızlık ve sonsuzluk, tahammül ve hoşgörü kavramları için de geçerlidir.

Ve en önemlisi, bunun farkında ve anlattıklarımızı anlıyor olmak, “Bafralıyım” diyebilmenin ön şartları arasındadır.

16 Mart 2009 Pazartesi

TIP BAYRAMIMIZ...


Osmanlı'da ilk Tıp Okulu.
14 Mart 1827 de kuruldu. 
Sultan II. Mahmut döneminde...
 
Askeriyenin Hekim ve Cerrah ihtiyacı için. 
Tıphane ve Cerrahhane adlarında iki bölüm olarak. 
Şehzadebaşında. 
Tulumbacıbaşı Konağında...

Sonra çok değişken yerlerde görev yaptı. 
Galatasaray'da, Ahırkapı'da. 
Kadırga'da, Demirkapı'da. 
Son olarak da Haydarpaşa'daki görkemli binada... 

Tıp Bayramı adında. 
Yapılmamıştı hiç bir kutlama.
14 Mart 1919'a.
Gelinene kadarki zamanda... 

1918 yılında İstanbul işgal edilmişti. 
İstanbul'da kuş uçurulmuyordu. 
İngilizlerHaydarpaşa'daki binaya da el koymuşlardı. 
Fakülte Reisi Âkil Muhtar Bey buna muhalefet etti. 
Tıp Fakültesi öğrencileri karşı durdular. 
Fakültede Hocaların bir bölümü Malta'ya sürüldü. 
Öğrenciler binaya kocaman bir bayrak astılar. 
Haydarpaşa'daki binanın iki kulesi arasına. 
Boğazdaki işgal gemileri tarafından görülsün diye... 

Okulda öğrenciler galeyan halinde idiler. 
Toplantı tertiplediler. 
İngilizler geldiler. 
Onlara Tıp Bayramını kutladıklarını söylediler...

Tarih 14 Mart 1919'du. 
Tıp Bayramı ilk kez kutlanıyordu. 
İşgal altında, esaret altında.
Tıp Fakültesi, Haydarpaşa binasında... 

İki ay sonra kurtuluş harekatı başladı. 
Atatürk 19 arkadaşı ile Samsun'a çıktı. 
Sivas Kongresi yakında toplanacaktı. 
Bu Kongreye öğrenci gönderilmesi gerekiyordu... 

Toplantı Haydarpaşa Tıbbiye'si 
Hamamında gerçekleştirildi. 
İki isim belirlendi. 
Aralarında ancak 9.5 lira toplanabildi.. 
En çok parayı Ekrem Şerif isimli.
Tıp Fakültesi öğrencisi. 
Tam 50 kuruş verebilmişti... 

9.5 Lira iki kişinin gönderilmesine yetmedi. 
19 yaşındaki Tıp öğrencisi Hikmet Bey seçildi. 
Sivas Kongresine Hikmet Bey gönderildi. 
Yusuf Ziya Bey ise İnebolu üzerinden Ankara'ya geçti. 
Serum hazırlanması için deneyler kendi üzerinde yapıldı...

Hikmet BeySivas Kongresinde.
Karşıydı "manda idaresine". 
Kongrede ateşli bir konuşma yaptı.  
"Eğer mandayı kabul ederseniz, 
sizi de vatana ihanetle suçlarız". 
Dedi ve Mustafa Kemal'e karşı çıktı...

Bunun üzerine Mustafa Kemal söz alarak: 
"Bizim tek amacımız vardır" dedi ve ekledi: 
"Ya istiklâl ya da ölüm..." dedi.
Bu söz ilk kez orada Tıbbiyeli Hikmet Bey'e.
Cevaben söylenmişti. 
Sonunda istiklâlimize, bağımsızlığımıza kavuştuk. 

Tıp Bayramımız işte.
Kutlanmıştı ilk kez bundan 90 yıl önce. 
Coşkuyla 1919 senesinde. 
Esaret altında, fakr-ü zaruret içinde. 
Ve de işgal döneminde... 
 
90 yıl sonra,
Maalesef kutlanamıyor ayni coşkuyla. 
2009 yılında. 
Hürriyet içinde.
Onca zenginliğimize. 
Olmasına rağmen 80 Tıp Fakültemize...

 

5 Mart 2009 Perşembe

OKU DA CERRAH OL BENİM GİBİ...


Mantar, Hacettepe'de biter.
Bu, Tıp Fakültesi öğrencilerinin çıkarttığı bir gülmece dergisidir.
1964 yılından beri her 14 Mart Tıp Bayramı'nda düzenli olarak yayınlanır.
İlk sayısından beri bu dergiye benim de yazılarımla, karikatürlerimle epey katkım olmuştur.

1968 yılında Güney Afrika'dan Dr. Christian Barnard dünyada ilk kez bir kalp nakli ameliyatını Blaiberg isimli hastasında gerçekleştirdi. Bu, o dönem için çok büyük bir olaydı ve büyük yankıları olmuştu.

1968 yılının Mantar'ı için Dr. Barnard ile sanal bir röportaj yaptım.
O dönemlerde fotoshop filan olmadığından bir de fotomontajla yaptığım fotoğraf koydum.
Bu röportajı 41 yıl sonra da olsa bilgilerinize sunuyorum :

..........

Dr. Barnard bana dedi ki :
Oku da Cerrah ol benim gibi Don Juan olma…

Röportaj : Yücel Tanyeri

Spiker “bir numarada Petula Clark söylüyor” dedi “Cape Town…” Biraz duraklamadan sonra da “afedersiniz” dedi. “Down Town”.

Daha beş ay öncesine kadar sadece Masa Dağı ile şöhret bulmuş, ekvatorun bile altında kalmış, az gelişmiş bir kıta’nın çok gelişmiş bir kasabasıydı Cape Town. Geçirdiği bir kalp ameliyatı sayesinde dünya çapında meşhur olmuş, her gün gazetelerde, radyolarda ve son zamanlarda da televizyonda ismi sık sık geçer olmuştu. Fakat, esas olan spikere olmuş, binlerce dinleyici önünde “Down Town” yerine “Cape Town” diyip, rezil olmuştu…

..........

Benim gibi ortaokul sıralarından geçen tıp talebeleri bilirler. Cape Town’ı ilk defa Arhur Amca, Gatenby’in kitabında anlatmıştı bizlere. O zamanlar Groote Schuur Hastanesi bugünkü kadar meşhur olmadığı için Tomo’nun hikâyesini anlatmakla yetinmişti hatırlarsanız.

Gerçi, o zamanlar Groote Schuur Hastanesi filan bizim için yabancıydı ama bugün bu Hastanenin en olmadık yerini, Blaiberg’in öğle yemeğinde kaç kilo aldığını, Dr. Barnard’ın ameliyatlarının en teknik yönlerini ilkokul çocukları bile ezbere biliyor artık.
..........

Kalp nakli ameliyatlarının hâlâ birçok yönlerinin aydınlanmamış olmasını göz önünde bulunduran mecmuamız, Dr. Barnard’la görüşmek ve olayların gerçek yönünü yerinde görüp, değerlendirmek için şimdiye kadar bir defa insandan insana kan nakli yapmış bendenizi Güney Afrika’ya yolladı. İmtihanlarımız sebebiyle iki gün içinde gezimi tamamlayıp döndüm ve…
ve ben de yazdım!
..........

Seyahatim 30 Şubat günü Esenboğa’dan hareketle başladı. İki saat sonra Kıbrıs üzerinden geçerken bizim jet’lere rastladık. Günlük mutad uçuşlarını yapıyorlarmış. Selâmlaştık ve ayrıldık. Daha sonra Sina çölü üzerinden geçerken miğfer giymiş iki kızın, entariler giymiş bir grup erkeği kovaladığını gördük. Ne yapıyorlardı pek anlayamadım uzaktan… Daha sonra Afrika’nın Job girmemiş ormanları üzerinden uçarken biraz kulak kabarttım; aşağıda yamyamlar “Zabadak”ı çalıyorlardı. Neyse, uzatmayalım. Akşamüzeri 17.00 sıralarında Masa Dağı’nın ayakları arasından geçerek Cape Town havaalanına indik.

Ertesi sabah 08.40 da sizler Ankara’da 2 mm. karda titreyerek hala troleybüs beklerken, övünmek gibi olmasın ama ben serinlemek için Cocataş Cola içiyordum Groote Schuur Hastanesinin Kafeteryasında. “Yediğin içtiğin senin olsun, kapağından Volkswagen çıktı mı” diye soracaksınız ama nerede o şans bu fakirde yine “bedava” çıkmıştı…

Neyse uzatmayalım, saat 09.00 da Dr. Barnard’ın ofisinin kapısını çiftleşmiş ikinci kalp sesi gibi tıkırdatıp içeriye girdiğimde, Dr. Barnard dizlerini tutarak zorlukla yerinden doğruldu ve büyük bir nezaketle :
-“Hoş geldinz” dedi. Kusura bakmayın romatizmalarım yine azdı da…Buyurun böyle oturun.
-“Teşekkür ederim Efendim” dedim. “Mantar Mecmuamız için sizinle bir röportaj yapmamız mümkün mü acaba?”
-“Tabii... Buyurun sorularınızı bekliyorum”.
Taş gibi bir soruyla röportaja başladım.
-“Nasılsınız?”
-“Vallahi şu romatizmalarım olmasa çok iyiyim. Bir de günde 8 tane Aspirin almak yok mu en zor organ nakli ameliyatından zor geliyor bana… Hele Aspirin’in yan tesiri olarak kulak çınlaması yapması deli ediyor beni”.
-“Bence” dedim, “ismi her gün milyonlarca kişinin ağzında dolaşan birisinin kulaklarının çınlaması normal olsa gerek…”
-“Evet, haklısınız belki”.
-“Romatizmalarınızı tedavi ettirmek için Türkiye’ye geleceğiniz söyleniyor. Doğru mu acaba”?
-“Valla, doktorlarının üçte ikisi yurt dışında olan bir memlekete tedavi için gitmek ne dereceye kadar doğru olur bilmem ama çok methini işittiğim döner kebabınızı yemek için uğrayabilirim zannediyorum”.
-“Bekleriz efendim” dedim.
Bu sırada telefon çaldı. İtalya’dan Cine-Citta’dan arıyorlarmış. Barnard izin isteyip, telefonla uzunca bir müddet İtalyanca konuştu. Konuşması bittikten sonra “İtalya’dan Gina arıyordu da…” dedi. Doğrusu bu ya İtalya’da da Gima mağazası olduğunu bilmiyordum. Herhalde Barnard yine son taksiti yatırmamıştı. Neyse…
-“Efendim, kalp nakli ameliyatlarınız hakkında bize bilgi verir misiniz”.
-“Kalp, herkesin zannettiği gibi bir aşk organı değildir” diye söze başladı. “Bizce kalp, bir emme-basma tulumbasıdır. Bugün bizim memleketimizde ölümlerin % 25 i kalp yetmezliklerinden olmaktadır. Sizin memleketinizde de böyle değil midir?”
-“Vallahi” dedim, “bizim memlekette bir adam başlık parası biriktirmek için açlıktan ölmezse, bir kan davasında cinayete kurban gitmezse, stadlarda aşırı tezahürattan pnömotoraks olmazsa veya bir trafik kazasında vefat etmezse ancak kalp hastalığından ölebilir.”
-“Herneyse” dedi. “Bizim görüşümüz kalbi yetersiz hale gelen bir kişiye bir noktadan yardım edilmesi gerektiği merkezindedir. Biz, insandan insana kalp naklini uygun buluyoruz”.
-“Sizi tenkit edenlerin görüşü, neticesinden emin olmadığınız bir ameliyata girişip, insan hayatını bilerek tehlikeye attığınız merkezindeydi. Ne dersiniz?”
-“Vallahi, ben bu ameliyatların neticesinden emin olmasaydım önce kayınvalidemin kalbini değiştirmeye kalkardım değil mi?”
-“Haklısınız. Haklısınız efendim” dedim. “Peki, bize biraz da ameliyat tekniğiniz hakkında bilgi verir misiniz”.
-“Vallahi, ameliyatlarımızın tekniği hakkında gazetelerde o kadar farklı bilgiler verildi ki bizler de şaşırdık. Şimdi, bir arkadaşımız bu çeşitli teknikleri köpeklerde deniyor ve işin garibi hepsinde de sonuçlar iyi çıkıyor…”
-“Peki efendim. Ameliyat ettiğiniz hastalarınız lâfın gelişi bir enfarktüs geçirseler bu enfarktüsün ağrısı yeni kalbin sahibinin mi yoksa eski kalbin sahibinin mi sol koluna vurur?”
-“Güzel bir soru. Fakat biliyorsunuz tıpta % 100 kati bir şey söylenemez. Her iki söylediğiniz şık da varit olabilir…”
Bu sırada yine telefon çaldı. Barnard, uzun süren gayet samimi bir telefon konuşmasından sonra dönüp:
-“İtalya’dan Sophia Loren arıyordu” dedi. “Blaiberg’in son elektrolit durumunu ve idrarında aseton çıkıp çıkmadığını merak etmiş de…”

Sophia Loren ismini duyunca çağrışımla aklıma geldi:
-“Yakında göğüs değiştireceğiniz söyleniyor. Doğru mu acaba?”
-“Evet” dedi. “Böyle bir projemiz var. Kalb ve akciğerlerle bütün torax boşluğunu değiştirmeyi deneyeceğiz. Fakat şu sıralarda o kadar meşgulüm ki emin olun bir çorap bile değiştirmeye vakit bulamıyorum bazen.”
-“Tahmin ediyorum efendim” dedim. “Okurlarımıza ameliyatlarınız esnasında neler hissettiğinizi açıklar mısınız.”
-“Vallahi, ameliyatlarımda ellerimdeki osteoarhrit’in sızılarından başka bir şey hissetmediğimi söyleyebilirim.”
-“Kalp nakli ameliyatlarınız sırasında elektrikler kesilse ne olur?”
-“Etraf karanlık olur…”
-“Doğru. Bunu düşünmemiştim.”
-“Peki, Profesör Barnard. Size bir soru: Bize öyle bir tıp dalı söyleyebilir misiniz ki yıllar bile geçse bu tıp dalında organ nakli ameliyatı yapmak mümkün olmasın.”
-“Psikiatri…”
-“Bilemediniz. Biokimya! Peki, ‘bir berber bir berbere ne demiş’ biliyor musunuz?”
-“Bilmiyorum.”
-“Bre berber gel beraber bir transplantasyon dükkânı açalım demiş”.

Baktım ki Barnard biraz sıkılmışa benziyor. Kendisine ileride yapacağı ameliyatlarda başarılar dileyip yanından ayrıldım. O sırada Barnard’ın telefonu yine çalmaya başlamıştı.
..........

Dönüşte uçakta Tıp Tarihi isimli bir kitap elime geçti.
Orada bir makale okudum. Sizlere de anlatayım :

Efendim, günlerden bir gün eski İtalya’da ihtilâl çıkıyor. Brütüs, eski efendisi Sezar’ı Senatonun büyük mermer sütunları arasında sıkıştırıyor ve her nasılsa eline geçirdiği bir bistüriyi büyük bir hışımla Sezar’ın göğsüne saplayıp, bıçağına bir iki yumuşak kavis çizdiriyor. Sezar biraz sonra kendine geliyor. Elini göğsünün sol tarafına sokup, kalp atışlarını palpe edemeyince gözlerini açıp, yalvaran bir bakışla Brütüs’e bakıyor ve “Sende mi Brütüs” diyor. Brütüs gayet sakin : “Vallahi bende yok abi” diye cevaplandırıyor. "Blaiberg’de…"