YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

30 Aralık 2009 Çarşamba

GAP...


GAP, bizde “Güneydoğu Anadolu Projesi”nin kısaltılmışı.
Bu kısaltmayla Atatürk Barajı ve çevresi tanımlanır.

Almanya’da ise küçük bir yerleşim yerinin plâkası.
Güneydoğu Almanya’da Garmisch-Partenkirchen’in…

Burası Bavyera eyaletinin bir kenti.
Münih’ten 97 km. uzaklıkta.
Avusturya sınırında.

Almanya’nın en yüksek dağının hemen eteğinde kurulmuş.
2936 m. yüksekliğindeki Zugspitze’nin altındaki vadide.
İki yanı dik ve yüksek dağlarla kaplı şirin mi şirin bir kasaba…

Aslında iki yerleşim yerinin birleşmesiyle oluşmuş.
Garmisch ve Partenkirchen’in.
Buda ve Peşte gibi yani...

İsmini Roma dönemindeki yerleşim yerinden almış.
Antik Partanum’dan…
Partanum kenti Venedik ile Münih’i birleştiren yol üzerindeymiş.
Günümüzde kentin ana caddesi olan Ludwigsstrasse bu antik yolun bir kalıntısı.
O dönemlerde burası bir ticaret kenti.

Garmisch
ve Partenkirchen uzun yıllar iki ayrı yerleşim yeriymiş.
Hitler’in emriyle iki belde 1935’te birleştirilmiş.
İsmi Garmisch-Partenkirchen olmuş.
Sonrasında da 1936 Kış Olimpiyatları'na da konukluk etmiş.

Günümüzde ise burası gerçek bir turizm cenneti.
7 ay boyunca kış sporları yapılıyor.
Sezon bittiğinde de her türlü doğa sporları…
Bisiklet, rafting, yamaç paraşütü, yürüyüş ve dağcılık.

Güzel bir kış gününde dolaştım Garmisch-Partenkirchen'i.
Takvim yapraklarındaki, karlı kış görüntüleri eşliğinde.

Şehir, iki katlı, çatılı şirin dağ evlerinden oluşuyor.
Gözü tırmalayan hiçbir yapılanma yok.
Evlerin çoğu pansiyon olarak kullanılıyor.
10.000 civarında yatak var.
Büyük çoğunluğu da aileler tarafından işletiliyor.
Çok sevimli, şirin ve modern pansiyonlar.

Burayı siz de görmek istiyorsanız elinizi çabuk tutun.
Dünya Ski Şampiyonası gelecek yıl burada yapılacak.
2018 Kış Olimpiyatları da burada.
Odaların fiyatı artacak, yer bulamayacaksınız.
Benden söylemesi…

Garmisch-Partenkirchen fotoğraflarım için :
https://photos.google.com/share/AF1QipNIspq-HC_jUvnd4YJewGBCc8xYz34lUtjRErtrA9B0nwFO_a3wm4qSFOfBLkV34Q/photo/AF1QipPJY66EGt29wAgq_3tif8jsmY3IqrMQ5yNzQWvm?key=bm9JUEJBREpGM3lDamJ2bGhYYktOUFl0UElXNnpB&hl=tr

.

28 Aralık 2009 Pazartesi

ALMANYA'DA ZİRVEDEYDİM...


ZugspitzeAlmanya’nın en yüksek dağı.
Burası 2962 m. yüksekliğinde ulu bir zirve.
Münih’ten kuş uçuşu 70 km uzaklıkta.
Bavyera Alplerinde bulunmakta.

Bavyera’lılar dağcı bir topluluk.
Ancak uzun zaman buraya tırmanamadılar.
Çünkü burada “zuggeist” adını verdikleri bir cin vardı.
Bu cin buraya tırmanan her kişiyi aşağıya atıyordu.
Dağların sükunetini bozmak üzere buraya çıkmaya çalışanları...

Aslında Zugspitze ismi bu canavardan kaynaklanmıyordu.
Dik yamaçlarından aşağı düşen çok sayıda çığ(zug)dan alıyordu.

Bu canavar efsanesi 1820’de son buldu.
Bavyera’lı Joseph Naus ve rehberi Georg Tauschl buraya tırmandılar.
Bundan 190 yıl önce.
27 Ağustos 1820’de.

Aylardan Ağustos ayı idi.
Buna rağmen hayalet cin “zuggeist” yine iş başındaydı.
Şimşekler, yıldırımlar ve kar fırtınası vardı.
Bu iki yürekli öncü herşeye rağmen zirveye ulaştılar.
Gece geç vakit köylerine döndüler.
Sağlıklı ama çok yorgun, bitkin biçimde…

Efsane sona ermişti.
Peşinden birçok kişi ayni yoldan zirveye ulaştılar.
1883 de Münchener Haus denilen ilk sığınma yeri yapıldı.
1926’dan sonra da kitleler buraya ulaşmaya başladı.
Çünkü Avusturya’lılar Funiküler bir tren hattı inşa ettiler.

Bavyera’lılar da onlardan geri kalmadılar.
Onlar da 1930 yılında dişli treni kurdular.
Ayrıca zirveye ulaşan başka bir teleferik hattı daha yaptılar.

Zirve'nin sükuneti de ogünden beri bozuk...

Ben de 2009 yılının son günlerinde buradaydım.
Tırmanmak oldukça zor oldu…

Münih’ten buraya dağın eteklerine 45 dakikada geldik.
Lüks bir BMW otomobille ve Otobanı kullanarak.
Sonra istasyonda epey bekledik.
6 istasyonda durduk.
Ancak 45 dakikada teleferik istasyonuna ulaşabildik.
25 dakika kaya tüneli içinde seyrettik.
Son etapta 362 m. teleferik yolculuğu ile zirveye ulaştık.
Zirve’deki modern Kafe’de sıcak kahvemizi içtik.
Apfelstrudel’imizi yedik.
360 derecelik Alp dağları manzaramızı seyrettik.
Sonra ayni sıkıntıları yaşayarak Münih’e döndük.
Bir yorulduk, bir yorulduk ki o kadar olur…

Şaka bir yana çok turist çekiyor burası.
Yılda yarım milyondan fazla turist tarafından ziyaret ediliyor.
Dağın eteğindeki teleferik 10 dakikada sizi zirveye ulaştırabiliyor.
Ancak bizim gittiğimizde çok rüzgâr vardı.
Teleferik güvenlik nedeniyle çalıştırılmıyordu.
Zirvede müthiş bir soğuk vardı.
İnsanı uçuracak kadar da rüzgâr…

Zirveden manzara gerçekten müthiş.
4 ülkenin dağlarını birden görebiliyorsunuz.
Almanya, Avusturya, İsviçre ve İtalya’nın.
400’ün üzerinde zirveyi seçebiliyorsunuz.
Eğer bizim gibi açık bir havada çıkmışsanız...


Zugspitze fotoğraflarım için :
https://photos.google.com/album/AF1QipPhUAptmGZwazL0ax_hPCHfCQImClspls-f3XbV/photo/AF1QipO_FT671L4PIeB6WEBRLZBVUM7EgR5SdI3-MAnL?hl=tr

.

17 Aralık 2009 Perşembe

AJAN'LIĞIM...


.....................................................
Ok gibi doğru olsam, yabana atarlar
Yay gibi eğri olsam, elde tutarlar

Elazığ Atasözü
.....................................................

Uzun ömrümde Ajanlık da yapmadım değil.
Hem de 8 sene kadar.
1998’den 2006 yılına kadar…

Ajanlık” eskiden kullanılan bir terimdi.
Günümüzde bunun için farklı bir tanımlama kullanılıyor.
Spor İl Temsilcisi” deniliyor.
Vilayet’te bir spor dalını yüklenen en üst kişi anlaşılıyor.

1998 yılında Okçuluk Ajanlığı boşalmıştı Samsun’da.
Yani “Okçuluk İl Temsilciliği”.

Okçuluk Federasyonu Başkanı arkadaşımdı.
Prof. Dr. Uğur Erdener.
Şimdilerde Hacettepe Üniversitesi Rektörü.

Uğur ile Hacettepe’den yakın arkadaştık.
Öğrenci Derneklerinde çalışmıştık.
Mantar” dergimizi birlikte çıkartmıştık.
Spora, özellikle Okçuluğa merak sarmıştı.
1993 yılında Okçuluk Federasyonu Başkanı olmuştu.
Başarılı işler yapıyor, güzel işlere imza atıyordu.
Dünya Okçuluk Federasyonu Başkanlığına kadar yükselmişti.

Onun önerisiyle Okçuluk Ajanlığını yüklendim.
Samsun ilinde…

Gel gör ki oku, yayı rüyamda bile görmemiştim.
Üstüne üstlük Samsun bu konuda çok özel bir yerdi.

Amazonlar bu yörelerde yaşamışlardı.
Hani şu ok’u ustalıkla kullanan kadınlar.
Yayı iyi gerebilmek için memelerini kestiren savaşçılar.
Hepsi Termedon nehri kıyılarında yaşamışlardı.
Yani Samsun’un Terme kentinin deresi ve çevresinde…

Ayrıca yıllardır Samsun bölgesi okçulukta çok üstündü.
Özellikle de bayan okçuluğunda.
İki kız kardeş geçmişte birincilikleri hep paylaşmışlardı.
Elif Ekşi ve Huriye Ekşi’ler

Atandığımızda ayağımız uğurlu geldi herhalde.
Göreve başladıktan kısa bir süre sonra büyük bir başarı geldi.

Samsun'lu bayan Sporcumuz Avrupa Şampiyonu oldu.
Deniz Günay Avrupa okçuluk finalinde Ukraynalı sporcuyu geçti.
Bu, Samsunspor’un Avrupa Şampiyonluğunu kazanması gibi bir olaydı.
Deniz, birkaç ay sonra Singapur’da idi.
Dünya Üniversite Oyunlarına katıldı.
Oradan da “Dünya Şampiyonluğu” ile ülkemize döndü.

Bunlara rağmen sporcularımın çalışma koşulları çok kötüydü.
19 Mayıs Stadyumu tribünlerinin altında çalışıyorlardı.
İzbe, karanlık, tozlu ve soğuk bir ortamda.
Kocaman bir soba ile bile ısıtılamayan bir yerde.

Bu çalışma koşullarını sporcularıma yakıştıramıyordum.
Bu sporcular daha iyi ortamlarda çalışmalıydı.
Onlar için modern bir salon yapılmalıydı.

Fikrimi Gençlik Spor İl Müdürü Şahin Eker’e açtım.
Olumlu yaklaştı.
Spor kompleksi içerisinde dilediğim yerde yapabilecektim.
Ama para yoktu…

Olsun yer sözünü almıştık ya.
Para da bulunurdu…
Hemen kolları sıvadım.

7 yıldır yapılmakta olan Spor Salonunun yanında yer bulduk.
Amacımıza uygundu.
Antrenörümüz Kadir Günay ile kafa kafaya verdik.
Çalışma salonumuzu inceden inceye plânladık.

Okçuluk için hem kapalı, hem de açık alanlar olacaktı
Dinlenme salonu, soyunma odaları, WC ve duşlar da yapılacaktı.

Çocukluğum Samsun’da geçmişti.
Birçok tanıdıklarım vardı.
Hepsinin ekonomik seviyeleri iyiydi.
Ayrıca 20 yıldır da burada görev yapıyordum.
Çok sayıda kişiyle tanışmış, tedavilerini yapmıştım.
Kentin bürokratları ile de aram iyiydi.

Projemi hepsine ayrı ayrı açıkladım.
Büyük ilgilerini gördüm, desteklerini aldım.

Kimisi maddî, kimisi aynî yardımda bulundular.
Mühendis arkadaşlarım koşulsuz destek verdiler.
Hepsi el birliği ile çalıştılar.
İmece usulünün çok iyi bir örneğini verdiler.

1999 yılı Nisan ayında temelimizi attık.
Araya giren deprem felaketi nedeniyle 2 ay hiç çalışamamıştık.
Buna rağmen toplam 7 ayda kompleksi tamamladık.
29 Ekim 1999 da sade bir törenle açılışımızı yaptık.
Kurtuluş Savaşımızın başlangıcının 80. yıldönümünde.
Cumhuriyetimizin kuruluşunun 75. yılında.
25 m. uzunluğundaki modern kapalı salonuyla.
130 m. uzunluğundaki açık hava çim atış alanıyla…

Muhteşem bir eser ortaya çıkmıştı.
Böylesine bir yapı Türkiye’de ilk kez yapılıyordu.
Avrupa’da da sayılıydı.

Samsun’un kendi eseri olmuştu bu eğitim merkezi.
Bürokratının, mühendisinin, halkının katkılarıyla…

Geçen yıllarda burada çok değerli sporcular eğitim aldı.
Ulusal ve Uluslar arası birçok birincilikler kazandılar.
Sporcularımız Olimpiyatlarda ülkemizi temsil ettiler.
Odalarımız, koridorlarımız kupalarla doldu, taştı.

İki yıldır işlerimin yoğunluğu nedeniyle artık yapmıyorum.
Okçuluk Ajanlığı'nı.

Ama oraya her gidişimde büyük keyif alıyorum.
Ata sporumuza hizmet veren gençlerimizi gördükçe…


Samsun Okçuluğu fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipNrwSydaFoCQWkMTgZnPFShM02W7DJVOiQR8DUrvSar6aoYW5Xo5eJeLT5AY0Z-cQ/photo/AF1QipN1P2BO5wYhLw3uZLwC-9hrCsdmLDi3JBN7DdBE?key=Q2VRd01qQjg3YVBjck1mVm9FUklzOVlfTzdoWVFB&hl=tr

.

14 Aralık 2009 Pazartesi

VONALI CELAL...

Vona, Perşembe beldemizin eski ismi. 
Vonalı Celal’in yeri de bu ilçemize yakın bir yerde. 
Çaka tünelinden hemen çıktığınızda. 
Martı adasını biraz geçtiğinizde… 

Vonalı Celal, dostumdur, arkadaşımdır. 
Yıllardan beri… 

Her Karadeniz gezimde muhakkak uğrarım 
Vonalı’ya. 
Yeri Leb-i derya bir yerdedir. 
Masmavi denizi yukarıdan görür. 
Sessiz, dingin bir yerde yöresel yemekler yersiniz. 
Hem de ne yemekler…

Vejeteryen yemeklerin kralı buradadır. 
Doğadan toplanmış otlarla... 

Kaldirik, meluncan, fasulye kavurma, mısır ekmeği. 
Sakarca, kara lâhana, ısırgan otu sonra gelir. 
Yanında da istemediğiniz kadar turşu çeşidi. 
Burası temelde balığıyla ünlüdür. 
Her mevsim yenilen taze balıklarıyla… 

Hamsi’nin en iyi 10 adresinden ikincisidir burası. 
Hürriyet gazetesinin değerlendirmesine göre… 

Hamsinin kızartması, buğulamsı, pilavı, ekmeği yapılır. 
Dolması, böreği, köftesi, mücveri de cabası…

Turşu’nun da en iyi adresidir burası. 
Turşuyu sadece yemekle kalmazsınız. 
Giderken kavanozlarla da götürürsünüz yanınızda. 
120 çeşit turşudan artık hangisini beğenirseniz. 
35 yıldan beri buradadır Vonalı Celal
Gece, gündüz, yaz, kış her daim buradadır. 
İşinin başında...

Eskiden oturmak için yer beklerdiniz burada. 
Yakın zamanda işler değişti, müşteriler azaldı. 
Karadeniz otoyolu açıldıktan sonra. 
Bolaman-Ordu geçişi içerilerden yapıldıktan sonra. 

İşleri oldukça azaldı Vonalı’nın. 
Geleni, gideni gözler oldu. 
Ama benim gibi yine de uğrayanları var Vonalı’nın. 
Yemeğin en iyi adresini bilenler halâ uğruyorlar buraya. 
Hem Karadeniz ile iç içe bir yolculuk yapıyorlar. 

Hem de bu lezzet durağında yemenin keyfini yaşıyorlar. ..

11 Aralık 2009 Cuma

ATATÜRK RÖLYEFİ...


20 yıl önce ABD’ne gitmiştim.
Yolumuz South Dakota’ya düşmüştü.
Burada Rushmore dağına kadar uzanmıştık.
Washington, Jefferson, Roosevelt ve Lincoln'ün dağına.
Bu 4 Amerikan Başkanının rölyeflerinin işlendiği dağa…

Pek güzel, çok görkemli bir abideydi.
Çok fazla da izleyici çekiyordu burası.
Gözden hayli ırak bir yerde olmasına rağmen...

Benzeri bir çalışmayı Samsun’da düşlemiştim.
Atatürk’ün büyük boy bir maskını Samsun'da.

Çok da yakışırdı buraya.
Kurtuluş Savaşımızın başladığı yere…

Yerini de belirlemiştim.
Samsun-Trabzon yolunun başlangıcına.

Bu yol üzerinde çok güzel kayalıklar vardı.
Taş ocağı olarak kullanılmıştı.
Yüksek ve dik kayalıklardı.

Buraya yapılabilir miydi bilemiyordum.
Mimar, mühendis veya heykeltıraş değildim.
Ama her geçişimde hep düşlüyordum.
Bu kayalıklarda büyük boy bir Atatürk rölyefini…

Geçen zaman içerisinde bu alanlar kapatıldı.
Yapılanmalar oldu.
Petrol istasyonları yapıldı.
Tabii benim düşlerim de suya düştü.

Geçen hafta görevle İzmir’deydim.
Havaalanından kente giderken rastladım düşüme.

Buca’da yol kenarına inşa edilmişti.
Kocaman bir Atatürk maskı.
Hemen kameramı çıkarttım.
Otomobilin içinden görüntüledim.
Oldukça görkemli görünüyordu.

Heykel, Buca Belediyesi tarafından yaptırılmıştı.
Sanatçı Harun Atalayman tarafından tasarlanmıştı.
Çelik konstrüksiyon tekniğiyle yapılmıştı.
40 m yüksekliğinde, 30 m eninde dev bir eserdi.
Ege, 9 Eylül ve İTÜ tarafından da desteklenmişti.

Büyük boy bir Atatürk portresiydi.
Çok da yakışmıştı.
Kurtuluş Savaşımızın sonlandığı İzmir’imize…

Bu savaşın başladığı.
Samsun'a da çok yakışacaktı.
Bir Atatürk maskı.
Hiç kuşkusuz...


Buca Atatürk Maskı fotoğrafları için
:
https://photos.google.com/album/AF1QipO_Zyyy7BjGOK0Gr3uKYR_ZkofcyFXX4YtqXzfX/photo/AF1QipNzLTnxvEgfZtQuCCEutI2j_KkVadBNdmF-BJ-O

.

7 Aralık 2009 Pazartesi

OMÜ...


1974 yılında Hacettepe’de KBB Uzmanı oldum.
5 yıl sonra Samsun’a geldim.
OMÜ’de “Öğretim Görevlisi” olarak işe başladım.
14 Mart 1979’da, yani tam 30 yıl önce…

O yıllarda Ondokuz Mayıs Üniversitesi yeni kuruluyordu.
Temeli Doğramacı tarafından atılmıştı.
27 Mart 1976’da.
Ankara’dan otobüsle gelen küçük bir grup tarafından.

Hepsi Hacettepe’den hocalarımız olan Muvaffak Akman, 
Oğuz Kayaalp. Sevinç Oral, Tahsin Tuncalı, Doğan Karan ve
Cemil Şenvar’ın katılımlarıyla.
Başbakan Süleyman Demirel’in de onurlandırdığı bir törenle…

O zamanlar Hastanemiz şehir içerisindeydi.
Kadıköy mahallesinde.
Verem Hastanesinin bir bölümünde…

Çok az sayıda yatağımız vardı.
İki tane de ameliyathanemiz.
Öğretim kadromuz da fazla kalabalık değildi.
20-25 kişi kadar…

Çok az sayıdaki öğrencilerimizle iç içeydik.
Öğrencilerimiz temel eğitimlerini Hacettepe’de almıştı.
Klinik eğitimlerini usta-çırak ilişkisiyle bizden alıyorlardı.
Küçücük servislerde, polikliniklerde, soğuk odalarda.
Buna rağmen hepsi çok iyi yetişiyorlardı.

Hepimizde tatlı bir heyecan, büyük bir özveri vardı.
Bir şeyler yapmak, yoktan var etmek istiyorduk.
Ama memleket de 5 sente muhtaçtı.

Modern Hastanemizin inşaatı kentin dışındaydı.
Şehrin sayfiye yerinde, Matasyon denilen yerde.
O binaların bitmesini görebilir miydik, çok merak ediyorduk.
Şehir dışındaki bu binaya hasta geleceğinden de kuşkuluyduk.

Zaman hızla geçti.
1986’da yeni Hastanemize geçtik.
1000 yataklı modern bir hastaneydi.
Çok geniş bir Kampüs alanı içerisindeydi.
Müthiş bir manzarası vardı.
Denize hakim ve ormanlar içerisinde…

Şimdi bir Üniversiteye benzemiştik.
Hızla büyüdük, geliştik.
Yataklar ve ameliyat sayısı birden arttı.
Öğretim Üyesi sayısı hayli çoğaldı.
Belediye iyi bir ulaşım ağı kurdu.
Hastalar kolaylıkla ulaşabiliyorlardı.

Üniversite şehrin yapılanmasını da değiştirdi.
Kentin bu bölümünde yepyeni bir yerleşim yeri oluştu.
Matasyon’un ismi değişti.
Atakum ve Atakent ismiyle çağdaş beldeler ortaya çıktı.

Üniversitede öğrenci sayısı 33.000’e ulaştı.
Birkaç yıl önce başka Üniversiteler oluşturdu.
Amasya, Sinop ve Ordu Üniversiteleri kuruldu.

1976’da bir fidan dikilmişti.
30 yılda kocaman bir çınara dönüşmüştü.
Tohumlarından yeni fidanlar gelişiyordu.
İlk yıllarda yetiştirdiğimiz öğrencimiz Rektör'ümüz bile olmuştu.
Mutluyduk, gururluyduk.

Bu hızlı gelişmeye tanık olmaktan…


OMÜ eski ve yeni fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipMQBDCuI2PStUaaAoutbDtyLfLFxz6RjKxKPWrjXS59yUIY3pyos4qKZa-npvpr4A/photo/AF1QipMB8Wvk5w0J_Zsvlmje9VAQ1JRR-KBKSONlJ3Wt?key=OVRfUTgxNW92eVRLZTFsaVpLZTY1ME93NFJ2MVVB
.

2 Aralık 2009 Çarşamba

LİKYA YOLU...


Türkiye haritasını önünüze koyun.
Fethiye ile Antalya arasına bir çizgi çekin.
Bu çizginin kuzeyinde kalan yer. 
Teke yarımadası olarak bilinir...

Batıda Akdağ vardır.
Doğuda Beydağları ile kaplıdır.
Kuzeyinde ise 3000 m. yüksekliğinde Toroslar bulunur.
Güneyinde denizle bağlantı kuran, kapalı bir bölgedir...

Antik çağda burada. 
Bir ülke vardı Likya adında.
Hitit kaynaklarında buranın ismi “Lukka” olarak geçer.
Eski Mısır kayıtlarında da “Lukki”lerden bahsedilir...

Likya, “Işık Ülkesi” anlamına gelir.
Likyalılar 3500 yıl kadar önce buralara yerleşmişlerdir.
1500 yıl kadar da bu bölgede yaşamışlardır.
Lukki'ler hür, bağımsız ve demokratik bir toplumdur…

90’lı yıllarda kızım Tuğba, Bilkent Arkeoloji Bölümünde okuyordu.
Lisans Tezi Likyalılar üzerine idi.
1995 yılında bu bölgeye onunla bir gezi düzenledik.
Kaunos, Telmessos, Pınara, Xanthos’u birlikte gezdik.
Yetmedi Tlos, Patara, Kekova, Simena ve Myra’ya uzandık...

Sonraki yıllarda Kate Clow isimli bir İngiliz çıktı ortaya.
Garanti Bankası ile birlikte güzel bir proje oluşturdular.
Likya Yolu” fikrini ortaya koydular.
Avrupa’nın en uzun 4. yürüyüş parkurunu.
Ve de dünyanın en güzel 10 yürüyüş rotasından birini…

Antik kentler arası bağlantılar oluşturuldu.
Yönlendirici levhalar konuldu.
Patikalar düzenlendi, işaretlendi.
"Yürü babam yürü" denildi...

Şimdilerde bu yolları yürüme tutkusu var.
Muhteşem bir doğa içerisinde yürüyorsunuz.
Masmavi pırıl pırıl bir deniz eşliğinde, açık bir gökyüzü altında.
Ve zeytin ağaçları, portakallar, limonlar arasında.
Sadece doğa değil, inanılmaz bir kültür mirası içerisinde…

Likya Yolu toplamda 500 km'den daha uzun.
Ancak tümü birden yapılmıyor.
Bölüm bölüm uygulayabiliyorsunuz.
Antik Likya kentleri biri birinden yaklaşık 10-15 km. uzaklıkta.
Önceden plânlanan biçimde patikalarda yürüyorsunuz.

Geçen hafta bu Likya yolunun bir bölümünü yürüdük.
Kurban Bayramı tatilinde, Kasım ayının sonunda.
25 kişilik bir yürüyüş ekibimizle.

Likya’lılar tarafından Antiphellos olarak adlandırılan yerde.
Günümüzde ise Kaş olarak bilinen beldemiz ve çevresinde.
Işık Ülkesinde. 
Güneşli bir sonbahar havasında…

İlk gün Kaş’ın arkasındaki dağlardaydık.
Dik bir patikadan 600 m. aşağıya indik.
8 km. dar patika bir yol yürüdük.
Kaş ve Çukurbağ yarımadasını.
Ve doyumsuz güzelliğini içimize sindirerek...

Ertesi gün Bayındır köyünden 12 km. yürüdük.
Kayalıklardan billur gibi denizin mavisini seyrederek…
Ardından da Xanthos ve Patara'yı gezerek.
Patara’da Işık Ülkesinin gün batımını izleyerek…

Sonraki gün 14 km. taban teptik.
Apollonia, Aperlai kentlerinden geçtik.
Sıçak koyuna ulaştık.
Akdeniz'in tüm balıklarından tattık…

Peşinden tekne ile Kekova ve Simena gezilerek.
Ve ardından antik ismi Myra olan Demre’ye varılarak.
Muhteşem kaya mezarları ziyaret edilerek.

Son günde de Kaputaş plajının mavisini gördük.
Kaputaş Kanyonu’nda zorlu bir yürüyüş yaptık.
Ardından da Pınara’yı gezdik. 
Apartman misali kaya mezarlarını izledik.

Sözün özü; Işık Ülkesinde, ışıklı bir yürüyüş yaptık…


Likya Yolu fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipNViVfxdZLBd815mpQtUrRuffG3mVtbuda_sarAAGGMW6_K4GgVQw-U0aWoSxxCuQ/photo/AF1QipM45fEDxQm1Ocrw6yy8hJHJWJm-TdT6xxhx1jXo?key=ZGk3VC0tLXVaZnk3ZlhJd0NsTVR1aTBFelRaa1h3&hl=tr

.