YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

27 Kasım 2008 Perşembe

DEPLASMANDA MİLLÎ OLUŞUM...


Rhinostanbul toplantısı başarıyla bitmişti.
İki yıl sonraki Rinoloji Kongresi Finlandiya'da yapılacaktı.
Tampere'de ve 2006 tarihinde...
Dr. Metin Önerci'nin iki yıl süren Başkanlığı sona erecekti.
Bu toplantıya da iyi hazırlanılmalıydı.

21. ERS Kongresi 11-15 Haziran 2006'da yapıldı.
Beyaz zambaklar ülkesinde ve beyaz gecelerde.
Tampere'nin ultra modern Kongre Merkezi'nde...

Kongreye geniş bir Türk Rinoloji grubu katıldı.
Ben 14 Haziran günü bir bildiri sundum.
Türk Hekimi N.Taptas'ın 100 yıl önceki bir başarısını anlattım.
1900 yılında yaptığı Frontal sinüs ameliyatlarını...

Son gün Türk Rinolog'larının günüydü.
15 Haziran öğlen sonrası oturumu Türk'lere ayrılmıştı.
Uluslararası Kongrelerde böyle bir şey pek olmazdı.
Ama Dr. Önerci bunu önceden plânlamıştı.
Konuşmacıların tümü Türk Hekimleriydi.
Türkiye iyi bir biçimde temsil edilmeliydi.

Rhinoloji kelimesi Rhino'dan köken almaktaydı.
Rhino da Gergedan anlamındaydı.
Gergedan'ın boynuzu burun'u çağrıştırıyordu.
Rinoloji tüm dünyada bu isimle ve bu simgeyle anılyordu.

Internet'ten sanatsal gergedan resimlerini topladım.
Bir Afrika müziği eşliğinde biraraya getirdim.
Oturumun başlangıcında bu sanatsal gösteriyi sundum.
"Rhino-art" başlığıyla ve Türk Rinoloji Derneği adına...
Sunum, çok beğenildi.
Katılanlara Türk Lokumu ikram edildi.
Dr. Onur Erol'un bir burun ameliyat yöntemi vardı.
Uluslararası literatürde "Türk Lokumu" olarak biliniyordu.
Türk meslektaşlarım çok güzel bir panel yaptılar.
"Rinoloji'deki Komplikasyonlar"ı öyle güzel tartıştılar ki...
Lokum'un üzerine ballı börek gibi oldu.

Bu toplantı sonrasında Dr. Önerci'nin görevi sona erdi.
İki yıl önce İstanbul'da başlayan onurlu görev başarıyla bitti.
Avrupa Rinoloji Derneği Başkanı değişti.
Bu görevi iki yıl için Fin'li melektaşına devretti.
Ancak, Türk Rinolojisi de Avrupaya damgasını vurmuştu...

Finlandiya'da sunduğum "Rhino-Art" videosu için lütfen tıklayınız :

21 Kasım 2008 Cuma

AYA İRİNİ'DE MİLLÎ OLUŞUM...


Aya İrini (Hagia Eirene) İstanbulda yapılmış ilk kilisedir. 
I. Konstantin zamanında inşa edilmiştir. 
MS 330 yıllarında... 

Hemen hemen 1700 yıllık bir eserdir. 
Topkapı Sarayının bahçesinde bulunur. 
Sur-ı sultanî içerisindedir ve tüm görkemiyle ayaktadır. 

1973 yılından beri konserler için kullanılmaktadır.
Akustiği mükemmeldir. 
Burada konser dinlemek bir ayrıcalıktır.
Bir konser vermek ise üst düzey sanatçılar için bile büyük bir övünç kaynağıdır. 
 
Avrupa Rinoloji Cemiyeti Kongresi Türkiye'de yapıldı. 
18-25 Haziran 2004 tarihinde...

 Rinoloji, burun hastalıkları ile ilgili bir bilim dalıdır. 
Her iki senede bir, Avrupanın önemli bir kentinde buluşulur. 
Burun ile ilgili bilimsel gelişmeler tartışılır.

Toplantı, bu kez İstanbul'da yapılacaktı.
Cemiyet ve Kongre Başkanlığına Prof. Dr. Metin Önerci seçilmişti. 
Bu ülkemiz için önemli bir olaydı. 1000 dolayında katılımcı olacaktı. 

Titiz bir çalışma ile çok güzel bir program hazırlanmıştı. 
Kongrenin logo'sunu ben tasarlamıştım. 
"Rhinostanbul" başlıklı, sevimli bir logo olmuştu...
 
Toplantı'nın açılış töreni Aya İrini'de yapılacaktı. 
Peşinden de İstanbul Arkeoloji Müzesinde kokteyl olacaktı. 
Sevgili Metin, açılışta benden sanatsal bir sunum yapmamı da istedi. 

Benim için millî bir görevdi. 
Ülkemi en iyi biçimde temsil etmeliydim. 
Hemen üstlendim. Rinoloji biliminde burun travmaları önemli bir konu idi. 
İnsanda buruna gelen darbeler önemli bozukluklara yol açıyordu. 

Antik heykeller için de ayni şeyler geçerliydi. 
Heykellerin burnu da travmalara çok açıktı. 
Bilinçli, bilinçsiz darbelerden kötü biçimde etkileniyordu. 
Ve ülkemizde de burnuna darbe almış çok sayıda heykel vardı...

Hemen kolları sıvadım. 
Çok sayıda müze dolaştım. 
Heykelleri incelemeye aldım. 
Onların yakın plânda burunlarını görüntüledim. 

"Anadolu Heykellerinde Burun Travmaları" başlığı altında topladım. 
Bunlardan bir video gösterimi oluşturdum. 
Buna Göksel Baktagir'in "İstanbul Senfonisi" müziğini ekledim. 
Göze ve kulağa hitap eden bir sunum haline getirdim. 

Açılış töreni 18 Haziran 2004 tarihinde idi. 
Açılış konuşmalarından sonra sıra bana geldi. 
İnanılmaz güzel bir akustik ortamda, kötü sesimle kısa bir konuşma yaptım. 
Sonra da Aya İrini'nin antik atmosferi içerisinde gösterimi sundum. 
Sunumum beğenilmişti. 

...Şimdi, Aya İrini'de konser vermiş bir sanatçı ile karşılaşmayı bekliyorum. 
Bana "Aya İrini'de konser vermiştim" diye övünecek bir sanatçıyla... 

"Haa... orası mı?
"Ben de orada bir kez millî olmuştum..." diyebilmek için...


Video'yu izlemek için lütfen tıklayınız :

18 Kasım 2008 Salı

FB ve GS BİRİNCİ AYAK TOPU TAKIMLARI...



Elimde bir Dergi var.
"İDMAN"
Başlığın altına not düşülmüş:
"İdmancılıktan bahseder, haftada bir çıkar".
Resimli Mecmua.
Abonesi : Dahili 45 kuruş, harici 12 kuruş.
Sahib-i İmtiyazı : Cemsi Kitaphanesi.
Fiatı : 1 kuruş.
Tarih : 29 kânunuevvel 329 Cumartesi
Yani 29 Aralık 1913

95 yıl öncesine ait bir dergi.
Galatasaray kurulalı 8 yıl olmuş.
Fenerbahçe ise 6 yıl önce kurulmuş.

Kapak resminin altında şöyle yazıyor :
"Fener Bahçe ve Galatasaray Birinci Ayak Topu Takımları".
Taksim stadında maç öncesi bir kale önünde poz vermişler.
İki takımın ayak topcuları yan yana, kol kola, iç içe...

Bundan iyi görüntü olur mu?
Ultraslan'lar, Genç FB'liler bundan ders alır mı?
Volkan'lar, Sabri'ler bir ders çıkartır mı?
Lincoln'ler, Carlos'lar bundan birşey anlarlar mı?
Aziz'ler, Adnan'lar bu tabloyu değerlendirebilir mi?..

Haydin beyler!
Yan yana, kol kola, iç içe...
Spor yapmaya...
Kavga etmeye değil!

11 Kasım 2008 Salı

HACETTEPE PARKI...


60
'lı yıllarda Hacettepe'nin yarısı inşaat alanıydı. 
Diğer yarısında da gecekondular bulunurdu. 
Bölgenin tek yeşil alanı Hacettepe Parkı idi. 
Burası oldukça büyük ancak bakımsız bir parktı. 
Ortasında kocaman bir havuz bulunurdu. 
Her zaman boş, her zaman susuz. 
Havuzun ortasında da sanat eseri, görkemli bir heykel... 

Öğrenciliğimizde sıkı bir teorik eğitimimiz vardı. 
Sabahtan akşama kadar ders görürdük. 
Her hafta başı da sınav olurduk. 
Bu yoğun tempo içerisinde tek nefes alabildiğimiz yer bu parktı...

Öğlenleri dersin bitmesini sabırsızlıkla beklerdik. 
Günümüzde Diş Hekimliği Fakültesinin olduğu binada öğretim görürdük. 
Öğlen olduğunda "kırmızı" veya "siyah" amfileri boşaltırdık. 
Hemşire Lojmanları binasının yanından hızla geçerdik. 
Koşa koşa "çayhane"nin yolunu tutardık. 
Oraya gitmek için bu bakımsız parktan ve havuzun yanından geçmek gerekirdi. 
Çayhane dediğimiz yer, öyle pek de matah bir yer değildi. 
Dağınık sandalye ve masaları vardı. 
İçeride, kızartılan tostlar nedeniyle yoğun bir yanık yağ kokusu olurdu. 
Sigara dumanı da bu kesif kokuya eşlik ederdi. 
Bağırtı, çağırtı, gürültü de hiç eksik olmazdı. 
Yine de her öğlen tatilinde koşa koşa buraya gelirdik. 
İki tost yer, bir ayran içerdik. 
Nispeten ucuz bir fiyata hızla karnımızı doyururduk. 
Artan vakitte de çay içer, sohbet ederek vakit geçirirdik. 
Sonunda "tilkinin döneceği yer amfisidir" der, tıpış tıpış derslerimize dönerdik...

Çayhane, Parkın önünde ve yüksekte bir yerdeydi. 
Buradan manzara oldukça güzeldi. 
Önünden zaman zaman büyük gürültüyle banliyö trenleri geçerdi. 
Tren yolunun ardında yeşil bahçesiyle Kurtuluş Parkı vardı. 
Kışın Ankara'nın kirli havası nedeniyle arka plân çoğu kez puslu olurdu. 
Bahar aylarında ise Topraklık, İncesu, Kocatepe ve Çankaya sırtları görünürdü. 
O dönemlerde Kocatepe Camisi Ankara panoramasına girmemişti. 
İyi havalarda şanslı kişiler çayhanenin dar balkonunda konuşlanırdı. 
Sandalyelerinin arkasına yaslanarak keyif yaparlardı... 

Gençliğimizi yitirdiğimiz Hacettepe'de, 
gençliğimizi yaşadığımız güzel bir mekândı Çayhane.        
Hepimizde birçok anısı vardı bu kuş yuvası gibi küçük yapıda... 

Geçen hafta hüzünlü bir sonbahar gününde ziyaret ettim burayı. 
Uzun yıllardır hiç uğramamıştım. 
Hemşire Lojmanı modern bir otel haline dönüştürülmüştü. 
İlerisindeki Park oldukça bakımlı ve temizdi. 
Parkın girişine bir geyik heykeli konulmuştu. 
Otelin arkasına da Gloria Jean's Coffees binası yapılmıştı. 
Hacettepe'nin yapısına hiç de uymayan dik çatılı biçimiyle... 

Buranın yanından Çayhane'ye giden yol kesme taşlarla döşenmişti. 
Ancak havuzun ve görkemli heykelinin yerinde yeller esiyordu. 
Yıllar önce buradan kaldırılmıştı. 
Havuzun olduğu alan otomobil parkı yapılmıştı. 
Bizim kötü çayhanemizin yerinde de yeller esiyordu. 
Ayni yerde asrî bir "Restaurant" oluşmuştu. 
Masa ve sandalye düzeni çok düzgündü. 
Muhtemelen yemek fiyatları da oldukça pahalıydı. 
Herhalde akşamları da "canlı müzik" yapılıyordu. 
 Etrafta pek talebe filan görünmüyordu. 
Bizim zamanımızdaki neşenin, heyecanın, coşkunun yerini sessizlik almıştı. 
Füsun'u, Mümtaz'ı, Gülay'ı, İbrahim Hoca'yı andım. 

Sararmış yapraklar Parkta oradan oraya koşturuyorlardı. 
Ilgıt bir sonbahar rüzgârıyla. 
Tıpkı 40 yıl öncesinin öğrencileri gibi.
Ne yaptıklarını, ne olacaklarını pek de bilmeden...

3 Kasım 2008 Pazartesi

BABAMIN SANDIĞI...


Orhan Pamuk 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü 
aldığında  Stockholm'de okumuştu "Babasının Bavulu"nu.
Benim babam sık seyahat eden bir kimse değildi. 
O nedenle özel bir bavulu yoktu anlatılacak.,,
 
Babam, uzun yıllar memurluk yapmıştı. 
Küçük bir sandığı vardı. 
İçinde tapular, senetler filan olmayan. 
Pahada hafif, anıda ağır birçok evrakla dolu... 

Biz çocukları nedense çok severdik o sandığın açılmasını. 
Önce minik, paslı anahtarı saklandığı yerden alınırdı. 
Sonra, özenle açılırdı beyaz ahşap sandık. 
İçindekiler birer birer çıkartılırdı. 
Anıları bir bir anlatılır, sonra da kapatılırdı. 
Belki birkaç yıl sonra tekrar açılmak üzere...

Neler yoktu ki sandıkta. 
Tüm çocuklarının doğum günlerinin saati ve dakikası ile 
arka sayfasına kaydedilmiş olduğu bir Kuran-ı kerim. 
Memurluk yaptığı yerlerin günü gününe kaydedildiği eski bir defter. 
Birkaç güzel kokulu eski kalıp sabun. 
Bir sürü incık-boncuk. 
Faber marka bir kutu içinde duran 
kurşun kalem ve renkli kalemler. 
Birkaç tane sabit kalem. 
Memurken kullandığı kalın bir dolmakalem. 
Bir çift cam mürekkep hokkası. 
8-10 tane siyah renkli karbon kopya kağıdı. 
Arapça kadranlı Omega marka köstekli bir saat. 
Tedavülden kalkmış kağıt paralar. 
Cumhuriyet döneminden birkaç gümüş Lira. 
Birkaç tane pul koleksiyonu defteri. 
Zarf içerisinde muhafaza edilmiş siyah-beyaz kent kartpostalları. 
Yine zarfları içerisinde bir tutam mektup demeti. 
İçi aile fotoğrafları ile dolu iki fotoğraf albümü. 
Ve en dipte babamın Sinop Halkevinde bir temsilde oynarken çekilmiş fotoğrsfı.
 
Kalın bir kartona yapıştırılmıştı bu resim. 
Büyük boy ve siyah beyaz'dı. 
Babamı sahnede boylu boyunca yatarken gösteriyordu.
Parmağının ucuna saplanmış bir bıçak vardı. 
Oyun icabı öldürülmüş olmalıydı. 
Başında da bir sürü adam heyecanla ona bakardı... 

Sinop Halkevinde oynadığı temsilden geriye kalan bu 
tek kanıtı eline alır, övünerek bizlere anlatırdı. 
Bizler de babamızın bu artistliği ile eğlenir, 
gırgırımızı geçerdik. 

Zaman hızla geçti. 

Önce babamızı kaybettik. 
Sonra da annemiz aramızdan ayrıldı. 
Ölümler, taşınmalar derken evdeki malzemelerin çoğu dağıldı.
Babamın sandığı ne oldu bilen yok...

Sandığın içindekiler güzel birer anı olarak sadece hafızalarımızda kaldı. 

Geçen hafta bir gelişme oldu. 
Değerli dostum Baki Sarısakal İstanbu'da araştırmalar yapıyordu. 
Sinop Halkevi ile ilgili bir gazete haberini iletti. 
Ekte de bir fotoğraf vardı. 

Babamın sandığını açtığında bizlere gösterdiği fotoğraf. 
Tabii ki sandıktaki fotoğraf kadar net ve güzel değil. 
Klişeye işlenmiş, o dönemin baskı imkanlarıyla basılmış. 
Ama ayni fotoğraf...

Çocukluğumuzda gördüğümüz 
ve her gördüğümüzde de güldüğümüz aynı resim. 
Babam ahşap zeminde upuzun ve hareketsiz yatıyor. 
Başında da özenli kostümleriyle birkaç kişi... 

Fotoğrafa yeniden kavuşmuştum. 
Çok isterdim onun yanımda olup, 
o resmi tekrar anlatmasını...