YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

27 Aralık 2007 Perşembe

SEZEN AKSU'LU GÜNLER...


Hacettepe’den 1970 yılında mezun olan bizim sınıfın büyük çoğunluğu yine Hacettepe’de dört yıl süreyle ihtisas yapıp 1974-75 yıllarında hemen hemen hepimiz Uzman olmuştuk. Birçoğumuz meslek yaşantımızı Ankara’da sürdürüyorduk. Ankara’da bulunan Hacettepe 70 mezunu sınıf arkadaşlarımız zaman zaman bir araya gelir hatta bu toplantılarımızdan yakın çevrede bulunan arkadaşlarımız da haberdar edilir ve onlardan zamanı uygun olanlar da toplantılarımıza katılırdı.
1978 yılı başlarında da böyle bir toplantı düzenlenmişti. O sıralarda Ankara’da gidilecek pek az Müzikhol vardı. Bunlardan bir tanesi de Küçükesat, Bestekâr sokaktaki “Yeni Süreyya” Gazinosu idi. Bir gece buraya gidilmesi plânlandı. Hem hasret giderecek, hem de müzik dinleyecektik. Yeni Süreyya’da İzmir’den gelen, Sezen adında genç bir şarkıcı olduğu ve çok güzel sesi olduğu söyleniyordu. Aslında müzik ya da müzisyen kimsenin umurunda değildi. Bir araya gelinip, gır gır yapılacak ve hoşça bir vakit geçirilecekti. Haydi bakalım denilip, 13 Ocak 1978 Cumartesi akşamı Yeni Süreyya’da buluşuldu. Yeni Süreyya, merdivenlerle inilen yer altında basık, izbe, küçük bir yerdi ve o akşam orada bizden başka kimsecikler de yoktu.
 
Yemekten sonra 20 yaşlarında mini mini bir genç kız sahneye çıktı. Kara gözleri, dolgun dudakları ve çok güzel şarkıları ile hepimizin dikkatini çekti. İsminin Sezen olduğunu öğrendik. Birkaç 45’lik plâğının dışında birikimi, büyük bir ismi yoktu ve kimseler tarafından tanınmıyordu. Programın sonunda -bayanlarla her zaman sıcak ilişkiler kurabilen- sevgili sınıf arkadaşımız Dr. Rüstem Olga ve  –her kişi ile her zaman yakın ilişkiler kurabilen-  Dr. Hikmet Pekcan kulis’e gidip onu kaptığı gibi aramıza getirdiler. Özellikle bizim sınıfın kızları ve de en az Sezen Aksu kadar güzel Dr. Süheylâ Bölükbaşı onunla sıkı bir dostluk geliştirdiler. Kısa sürede Sezen’in öz geçmişini ve aile öyküsünü öğrendiler. Sezen ile sohbet bir saat kadar sürdü. Sonra dağıldık.
 
Sezen Aksu’ya daha sonra yürü ya kulum denildi. Yeni Süreyya’daki programından sonra plâklar plâklarını kovaladı. Kısa bir süre sonra da ülke çapında ün kazandı. İsmi “Minik Serçe” olarak anılmaya ve her kes tarafından tanınmaya başladı. Sevenleri çoğaldı.
Gençlik çağımızda beğeni ile izlediğimiz minik serçe’yi bugün bile hala büyük keyifle dinliyor ve tüm sınıf uzaktan da olsa  -eski günleri özlemle anarak-  zevkle izliyoruz onu…
 
Sezen Aksu ve hcttp 70 mezunları

MAAİLE KARAGÖL'E...



A. Kadir Engin, Ordu’dan bir dostum ve arkadaşım. Kendisi Ordu Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı bir sanayici. İşinden bulduğu boş vakitlerde dağ-tepe gezip, avcılık yapıyor. Ara sıra bu avcılık yürüyüşlerine ben de katılıyorum. Kadir iyi bir avcı… “Avcının da iyisi olur mu” diye düşünebilirsiniz ama Kadir gerçekten doğaya saygılı iyi bir avcı. Avcılığı keyif için yapıyor zaten. Öyle pek attığı (!) filân da yok… Maksat spor olsun, torbalar ördek dolsun...

28 Haziran 1987 tarihinde Giresun’un güneyinde 3100 metre yükseklikte bulunan Karagöl dağlarında gecelemek üzere eşlerimizle birlikte Aygır Gölü’ne gidip, çadır kurmuştuk. Kadir bu maceramızı ve kendisine ait diğer anıları 2001 yılında yayınladığı “Av ve Doğa Manzaraları” başlıklı kitabında dile getirdi. Aşağıda kendisinin kaleminden bu yazıyı okuyacaksınız:
…………………
Ondokuz Mayıs Üniversitesinden Yücel Tanyeri doğa aşığı bir kişi. Her yönüyle sanatçı Doktor arkadaşımın en büyük zevki slayt çekmek. Fotoğraf makinesi elinden düşmez. Her gün gördüğümüz şeyleri beyaz perdeye aktarınca hayretten ağzımız açık kalır. “Bu fotoğraf da oraya mı ait” sorusunu herkes biri birine sorar…

Yazın Karagöl dağına beraber çıkıyoruz. Halk diliyle “ma-aile”. Eşim Aliye ve Yücel bey ile eşi, 2500 metrede kamp kurup, gece çadırda yatacağız. Burası vasıtanın ulaştığı son nokta. Yanımızda muhafız av köpeğim Jak, moral kaynağımız. Silah sadece çakı bıçağı. Tüfeği zulada sanıyorlar. Gerek yok ki… Ayı ve kurtların cirit attığı dağda insandan zalim ne olabilir?

Cumartesi öğlenden sonra çadırı kurup, küçük ağımızı Yücel’le göle bıraktık. Karagöl dağlarında 7 gölden birisi Aygır gölüne… Aygır gölü, buzulların dili ile oluşturduğu göl. Akşam kızıllığı basarken nefis manzarayı resimliyor Yücel.

Akşam olmak üzere. Sultanların bulunduğu çadırın görüntüsü muhteşem. Çadırın etrafında 15-20 kadar at otluyor. Sanki yılkı olmuşlar. Ateşimiz ince uzun tütüyor. Aşağı plânda Bozattaşı obasının koyunları sürüler halinde ağıla dönüyor. Tüm evlerin etrafındaki koyunlar ahırlara doluşuyor. Dağlardaki buzullardan akan sular akşamın kızılca güneşinde ışıl ışıl yanıyor. Tüm bunları tepeden keyifle seyrediyoruz. Bunlar, Giresun’la Ordu sınırı arasında doruğu 3100 metre olan Karagöl dağlarından küçük kesitler.

Akşam yiyeceğimiz külbastı et. Atalarımız gibi. Her şey aslına uygun. Çadır otağımız. Atlar aşiretimizin gücü. Hatta köpeğimiz bile var. Çobanlar ağıla götürmüş koyunlarımızı…
Dağda gece çabuk oluyor. Güneşin son ışıkları kaybolunca karanlık basıyor. Sabah güneşin doğduğu 3100 metreden ay dolunay olarak çıkıyor. Her tarafı gümüşî ışıklar kaplıyor. Renk değişimi önce sularda. Kızıl sular kısa bir süre sonra gümüş beyazına boyanıyor. Halkımız her yüksek dağa kutsal bir ad takmakta haklı. Bu ulu dağa Kırklar dağı diyorlar. Zirveye yakın düzlükte yüzlerce mezar. Mezarlar çayıra sırtüstü yatınca etrafına taş dizerek oluşuyor. Zirveye çıkanlar mezarını da yaparak ziyaretini tamamlar. İnançlarımız halâ zinde. Gece dağın muhteşem görünüşünde değişik duygular aldı götürdü beni uyku tulumuna.

Çadırda uyku mis gibi. Gecenin nasıl geçtiğini anlamadan sabah oluyor. Sabah serinliğinde Yücel ağı almaya gönüllü. Güneşin doğuşunu da görüntülemek amacı. Sabah saat 05’te çıkıyor göle. Bense sabah keyfine devam… Bir süre sonra çıkan rüzgâr çadırın iplerini zorluyor. Çadırın fermuarını aralık yapıp dışarı baktığımda hava can sıkıcı. Rüzgârla beraber tepelerde bulutlanma görüyorum. Ya sis basarsa? Karadeniz dağlarında “duman” denilen siste yol bulmak çok güçtür. Bağırsan bile yüz metre ileri gitmez sesin. Neyse ki Jak var yanımda. Ama yine de teselli değil. Halk deyişi “bu dağlar adam seçer”.

Neyse ki bulutlar çabuk dağılıyor. Ay’ın doğduğu yerden yakıcı güneş göz kırpıyor. Yücel’in gölden topladığı ağ’dan dört kişiye, 4 dağ ala’sı… Doğanın ikrâmı ölçülü. Tereyağ’la hemen tavaya… Reçel, peynir, zeytin ve nar gibi kızarmış alabalık. İşte Sultanlar sofrasındaki kahvaltı. Bunca zahmeti gören Aliye alıyor sözü :

Av ne kadar zor ve zahmetliymiş. Bundan sonra getirdiğin kuşların ve balıkların zerresini kimseye vermem”.
Bravo hanım. On beş senedir nihayet anladın. Bundan sonra seni diğer avlara da götüreceğim. Bu yaptığımız aslında piknik. Oralardaki halimizi görsen av etlerini yemeye kıyamaz, müzeye koyarsın”.

Öğleye doğru dönüş hazırlığı başladı. Otağı kaldırıyoruz. Sultanlar da alıştı doğal yaşama. İlk defa yattıkları çadırı beraber topluyoruz. Bozattaşı obasına indiğimizde, Ali Bozat dede soruyor:
Evlât, kaymağımızı yemeden nereye...

Eve girmesiyle çıkması bir oluyor. Koca bir sinide bir tas koyun kaymağı ve bakır kap’ta yoğurt. Manda yoğurdunun yanında mısır ekmeği…

Pes doğrusu nur sakallı dede. Bu kadar da olmaz ki… Üç değil, beş değil. Her Karagöl dönüşü bu ikrâm. İnsanın boğazına bir şeyler düğümleniyor. Çabucak kendimi topluyorum. İsmimi bile bilmeyen dedemin boynuna dolanıp ağlamak geliyor içimden...




26 Aralık 2007 Çarşamba

O GECE HEPİMİZ GÖZTEPE'LİYDİK...





1969-70 yılında, Hacettepe Üniversitesi ile İngiltere Üniversiteleri arasında yapılan karşılıklı bir anlaşma ile Öğrenci değişim programı uygulanmıştı. Bizlerin son sınıfta olduğumuz ve İntörn olarak çalıştığımız 1969 yılında sınıfımızdan on öğrenci İngiltere’ye gönderilerek oradaki çeşitli Üniversitelerde üç ay süre ile eğitim görmüştük. O dönemlerde hem talebe oluşumuz ve hem de döviz sıkıntısı nedeniyle hepimizin parasal sıkıntımız vardı. Bu nedenle ayni zaman dilimi içerisinde İngiltere’de olmamıza ve biri birimizi görüp, hasret gidermeyi çok istememize rağmen pek bir araya gelemiyorduk.

O yıllarda Türkiye’de Göztepe fırtınası esiyordu. Göztepe; Kaleci Ali, Mehmet, Çağlayan, Nevzat, Ertan, Fevzi, Gürsel ve Halil gibi futbolcularla bir rüya takımı oluşturmuşlar ve Adnan Süvari’nin antrenörlüğünde, o yıl Türkiye Kupasını kazanarak bugünkü UEFA Kupası seviyesindeki “Kupa Galipleri Kupası”na katılmış ve başarılı sonuçlar alarak ikinci tura yükselmişlerdi. Bu turda da Galler ülkesinin Cardiff City takımı ile eşleşmişlerdi. İlk maçta İzmir’de bu takımı 3-0 yenmişlerdi. Bu maçın rövanşı 15 gün sonra Cardiff’te yapılacaktı. Cardiff, Aras ile benim bulunduğum Bristol’e çok yakındı. Diğer şehirlerde bulunan arkadaşlarımı aradım ve bu maç nedeniyle buluşmayı önerdim. Hem biri birimizi hem de Galler’in başkenti Cardiff’i görebilecek ve hem de Göztepe’ye destek verip, vatan hasreti giderebilecektik. Maç, 26 Kasım 1969 Çarşamba günü oynanacaktı.

O sabah Necati Dedeoğlu, Kutsi Onur ve İskender Sayek erkenden Aras Şenvar ve benim bulunduğumuz Bristol’e geldiler. Aras ve benim de bu gruba katılımımızla 5 kişi birleştik. Karşılaşmamız, kucaklaşmamız çok görkemli oldu. Biri birimize öyle hasretle sarıldık ki vaktin nasıl geçtiğini bile anlamadık. Öğlen saatlerinde trene bindik. Bristol Kanalı'nı denizin altından tren yolu ile geçip Cardiff’e ulaştık. Maç akşam 19.30 da başlayacaktı. Daha vaktimiz vardı. Göztepe’li sporcuları bulup, onlarla hem tanışmak hem de vatan hasreti gidermek istiyorduk. Sorduk soruşturduk kaldıkları Oteli öğrendik. Şehir dışında deniz kenarında kente oldukça uzak sessiz, sakin bir yerde kalıyorlardı. Belediye Otobüsü ile 30 dakika kadar bir seyahat yapıp Otele ulaştık.

Otelin girişinde bizi Göztepe Antrenörü Adnan Süvari karşıladı. Ona kim olduğumuzu anlattık. Bunun üzerine “Çocuklar, ben öğrenciliğimi Manchester’de Tekstil öğrencisi olarak yaptım. İngiltere’de öğrenciliğin ne demek olduğunu iyi bilirim” diyerek bize çok yakın ilgi gösterdi. Futbolcularıyla bizleri birer birer tanıştırdı. Onlarla kısa sürede dost olduk. Adnan Süvari Hoca, “sizler vatan malını özlemişsinizdir” diyerek İzmir’den getirmiş oldukları kuru incir ve kuru üzüm paketlerini bizlere bol bol dağıttı. Daha sonra da “artık sizler bizim konuğumuzsunuz. Maça bizim otobüste beraber gideceğiz” dedi. Kör’ün aradığı bir göz’dü biz ise iki göze birden kavuşmuştuk. Keyfimize diyecek yoktu.

Gerçekten de Göztepe’nin otobüsü ile Ninian Park Stadyumuna ulaştık. Otobüste de futbolcularla sohbetimiz sürdü. Futbolcularla birlikte otobüsten inerken Adnan Süvari Hoca yanımıza gelerek “Çocuklar, burada biraz bekleyin. Ben size bilet getireceğim” dedi. Kısa bir süre sonra elinde, üzerinde “Goztepe Official” yazan sarı biletlerle gelerek bizlere dağıttı ve “Protokol Tribününde oturacaksınız çocuklar, iyi seyirler” diyip, bizlere başarılar dileyip ayrıldı.

Kalabalık arasından yer bulup Protokol Tribününe ulaştık. Orada, Radyodan maçı anlatacak olan Halit Kıvanç ile karşılaştık. Siyah renkte kalın ahizeli portatif bir telefon ile maçı Türkiye’ye anlatacaktı. Onun yanına konuşlandık. Mini etekli hostes kızlar, bizleri “burada oturduklarına göre bunlar önemli kişilerdir herhalde” diye düşünerek maç dergilerini dağıttılar bizlere. Rakip takımın santrforu Cardiff City’de o akşam ilk kez maça çıkacak olan Toschak idi. Cardiff’liler ona çok güveniyorlar ve atacağı gollerle turu geçeceklerine inanıyorlar ve Cardiff Holiganları da bizlere elleri ile "Beş" "Beş" gösterileri yapıyorlardı. Stadyum hınca hınç dolu idi. Holiganların büyük gürültüsü arasında maç başladı. Halit Kıvanç bağıra bağıra maçın gidişini Türkiye’ye duyurmaya çalışıyor, bir avuç Tıp öğrencisinin telefon ahizesine çok yaklaşarak yaptığımız “Göz… Göz… Göztepe” tezahüratlarımız umuyorduk ki Türkiye’ye ulaşıyordu. Maç çok çekişmeli geçti. Çok uzun yıllar sonra Beşiktaş’ta antrenörlük yapacak olan John Benjamin Toschak çok çırpınmasına rağmen gol atamadı. Şimdi ismini hatırlamadığım bir Cardiff City’linin attığı golle gerçi maçı 1-0 kaybettik ama Göztepe o maçta averajla turu geçen taraf oldu. Maçtan sonra Cardiff’li holiganların kızgın bakışları altında stadyumu terk ettik. Saat 22.00 deki trene yetişmemiz gerekiyordu. O kargaşada, bize çok yakın ilgi göstermiş olan Adnan Süvari Hoca’ya ve çok değerli sporcularına bir veda bile edemeden oradan ayrıldık.

Göztepe bir sonraki turda Roma’ya yenilerek Kupadan elendi. Ama o dönemde Avrupa Kupasında çeyrek final oynayan ilk takım olmuştu. Bu başarıda biz, bir elin parmakları kadar sayıdaki bir gecelik Göztepe’li fanatiğin katkısı da olmuştu şüphesiz (!).

Antrenör Adnan Süvari ile Kaleci Ali Artuner ve Kaptan Gürsel Aksel daha sonraları rahmete kavuştular.

30 yıl sonra bir diğer sarı-kırmızılı takımımız Galatasaray Avrupa Kupasını ülkemize getirdi. Türk futbolu bu başarıya giden yolda Adnan Süvari ile onun değerli sporcularını hiç unutmayacak ve onları her zaman sevgiyle, saygıyla anacaklardır sanırım...



25 Aralık 2007 Salı

ADAM OLACAK ÇOCUK...


1960 yılında Samsundan ayrıldıktan sonra Lise, Üniversite eğitimimi Ankara’da yaptım.
KBB Uzmanı olduktan sonra Samsun’a yeniden gelişim 33 yaşımda ve 1979 yılındadır.
O sıralarda Tıp Fakültesi yeni kurulmuş ve Kadıköy mahallesinde eski Göğüs Hastalıkları Hastanesinin bir bölümünde, küçük bir eğitim kadrosu ve az sayıda öğrenci ile çalışmalarına başlamıştı.

Boş vakitlerimizde genç Öğretim Görevlileri ve Öğrenciler bazen aramızda bazen de bulduğumuz rakiplerle maçlar yapardık.
O zamanlar daha henüz saçlarımıza beyazlar düşmemiş olduğu için büyük efor sarf eder, güzel maçlar çıkartır, kâh yener kâh da yenilirdik.

Günlerden bir gün Samsun Yolspor genç takımı ile maç alınmıştı.
Hazırlıklarımızı yaptık.
Eski stada gittik.
Ben takımda henüz yeniyim.
O gün savunmada görev yapacağım.
Takım arkadaşlarım, özellikle de doğma büyüme Samsunlu öğrencimiz Ömer İyigün beni uyardı. “Ağabey, karşı takımın bir santrforu var, müthiş oynuyor…” Ben de Ömer’e : “Tamam Ömer, gereğini yaparız. Tutarım onu…” dedim. “Ama Ağabey, bildiğin gibi değil, anormal bir golcü. Her pozisyonda atıyor…” diye tekrar uyardı beni. “Anladım Ömer” dedim ve pek de önemsemedim.
Çıkıp topumuzu oynayacağız altı üstü…

Neyse, maç başladı. Karşımda 15-16 yaşlarında ufak-tefek, pire gibi bir çocuk var.
Öylesine hareketli ki… Pas alıyor, pas dağıtıyor. Ayağına, kafasına hâkim birisi.
Tutmakta zorlanıyorum. Her pozisyonda topa vuruyor. Şutları isabetli, havada da o denli mükemmel. Öyle bir kafaya çıkıyor ki topu daha ben göremeden kafayı vuruyor. Sadece ben değil tüm müdafaamız onunla mücadele ediyor. Ama ne yapsak boş. Adam, -adam bile değil- çocuk golleri biri biri peşine sıralıyor. Attığı gollerin hepsi biri birinden güzel. Neyse, maçı tümünü bu afacan çocuğun attığı beş golle 5-0 yenik bitiriyoruz.

Elbiselerimizi giyerken hep onu konuşuyoruz. Bu arada Ömer, “ben söylemiştim Yücel Ağabey” diyor. Ömer’den ismini öğreniyorum. “Tanju” diyor.
Önemsemiyorum.
Kısa bir süre sonra ismini bile unutuyorum.

Ertesi yıl Samsunspor’un maçlarını izlemeye gittiğimde forvette görüyorum onu.
Birkaç yılda müthiş ilerleme kaydetmiş.
İnanılmaz güzel gollerine tanık oluyoruz.
O kadar güzel goller atıyor ki artık Samsunspor’un hiçbir maçını kaçırmıyorum.
O dönemlerde TV’lar bu kadar yaygın değil.
Samsunspor’un maçlarını pek görüntülemiyorlar.
Tanju’nun Samsun dışında ismi bile bilinmiyor.
Bizler ise Tanju’nun artistik gollerinin bir avuç seyircisi ve tutkunu oluyoruz.
Tanju ile daha sonraları Ömer vasıtası ile arkadaş oldum.
Kendisinin ve ailesinin dostluğunu ve sevgisini kazandım.
Birçok aile ferdini tedavi ettim.
Pırlanta gibi bir kalbe sahip, içi insan sevgisi ile dolu bir kişi olarak tanıdım Tanju’yu…

Tanju’nun ünü daha sonraları Samsun dışına taştı.
Önce Milli Takıma sonra da Galatasaray’a gitti.
Sonra da Fenerbahçe’de oynadı.
Büyük şöhret kazandı.
Oralarda da müthiş goller attı ve çok popüler oldu.
Birinci Türkiye Liginde tam dört kez Gol Kralı” oldu.
Benim karşımda oynadıktan tam on yıl sonra 1999 da Avrupa Liglerinde 39 golle en fazla gol atan futbolcu oldu ve “Altın Ayakkabı” ödülü aldı...

Genç yaşta şana, şöhrete ve paraya kavuştu.
Maalesef onun bu şanından, şöhretinden yararlanmak isteyen kötü kişilerin kurduğu tuzaklara düştü. Çok kimse belki kınadı onu ama bu altın kalpli, her zaman saygılı ve sevecen kişiliği -çoğu kişi yakından tanımadığı için- anlayamadı...

Dostluğumuz halâ devam ediyor Tanju Çolak ile.
Geçmişte takımımıza acımadan beş gol atmış olsa bile…
.

24 Aralık 2007 Pazartesi

TÜRK RİNOLOJİ DERNEĞİ


Rinoloji Derneği 1994 yılında aralarında benim de bulunduğum 7 KBB Uzmanı tarafından kuruldu. Burun hastalıkları konusunda araştırmalar ve bu alanda çeşitli toplantılar yapmak amacıyla kurulan bu Dernek sonraki on yıl içerisinde çok büyük gelişmeler kaydederek, düzenlediği Kongrelerle önce ülkemizde Burun Hastalıkları konusunda büyük bir ilgi alanı yarattı.
Daha sonra Dr. Metin Önerci'nin büyük çabaları ile Avrupa Rinoloji Cemiyetinin Toplantısı Rhinostanbul 2004 yılında İstanbulda yapıldı ve bu Toplantıda Dr. Önerci, iki yıl için Avrupa Rinoloji Derneği Başkanlığına seçildi.

Kurulduktan bir yıl sonra Türk Rinoloji Derneği olarak ismi değiştirilen Derneğin Kurucu üyeleri -soyadı sırasına göre- şu kişilerden oluşuyordu :

Dr. Tan Ergin, Dr. Oğuz Öğretmenoğlu, Dr. Metin Önerci, Dr. Cafer Özdem, Dr. Teoman Şeşen, Dr. Yücel Tanyeri, Dr. Taner Yılmaz.

Derneğin amblemi de istek üzerine benim tarafımdan hazırlanmıştı.



23 Aralık 2007 Pazar

NAZMİYE ABLA...


Prof. Dr. Nazmi Hoşal Hacettepe KBB'ın kurucusudur. 1963 yılından itibaren bu Klinikte çok ciddî çalışmalar yapmış ve Türk KBB ve Baş-Boyun Cerrahisi'nin bugünkü çağdaş seviyesine ulaşmasında çok büyük katkısı olmuştur. İçlerinde benim de dahil olduğum çok sayıda Uzman yetiştirmiştir. Bu değerli Hoca'mız aralıksız 34 yıl sürdürdüğü görevinin sonunda, 1997 yılında düzenlenen bir törenle emekli olmuştur. Ahmet Muhip Dranas'ın meşhur "Fahriye Abla" şiirini "Nazmiye Abla" biçiminde değiştirerek ve Hocamın engin hoşgörüsüne sığınarak onun Emeklilik Töreni sırasında her satırında, o satırın anlamı ile ilgili fotoğraflarını kullanarak sunmuştum :

NAZMİYE ABLA

Hava keskin bir alkol kokusuyla dolar
Açılırdı daha gün doğmadan kapılar
Bu basık, izbe ve karanlık poliklinikten
Hayalimde bir tek sen kalmışsın, sen !
Koridordaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak-pak gerdanınla
Ne güzel Hocamızdın sen Nazmiye Abla.

Önceleri kapkara, sonra gümüş beyazı saçların vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün dişilerin
Kıllarla dolu beyaz göğüslerin
İnci gibi dişlerin ve kara bıyıklarınla
Açık saçık fıkralar anlatırdın bize ara sıra
Ne çapkın Hocamızdın sen Nazmiye Abla.

Odan kutu gibi, sanki küçük bir evdi
Masan, evraklarla dolu darmadağınık bir yerdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Dolaşırdı bağırtın kuytu köşelerde
Asistanların korkuyla titrerdi, küçücük ünitelerde
Çatık kaşların, asık suratın ve fırçalarınla
Ne haşin bir Hocamızdın sen Nazmiye Abla.

Muayene odan dik bir yokuşa bakardı
İçinde antik bir muayene ünitin vardı
Nice kulağı duymaz, burnu kanayana
Sesi kısılmışa ve de soluğu zorluya
Güler yüzünle olmaya çalışırken deva
Başında aynan ve elinde diyapazonunla
Ne yaman bir Hekimdin sen Nazmiye Abla.

Servisimiz ıtır çiçekleri ve akvaryumuyla
Benzerdi dördüncü katta tertemiz bir yayla'ya
Tanyerinde ve akşam saatlerinde
Çıkardın avanenle hızlı bir vizite.
Yer yarılır, gök gürler, herkes dönerdi kedi'ye
Yüz desibellik sesin ve elinde sopanla
Ne otoriter Hocamızdın sen Nazmiye Abla.

Sen servise çıkıp adım attığında
Güller açardı hastaların solgun yanaklarında
Onlara şifa verir, canına can katardın
Trakeotomi oldu mu hepimizden önde koşardın
Sonsuz bilgin, yorulmaz bitmez-tükenmez enerjin
Hastalara karşı yoğun sevgin ve alâkanla
Ne mükemmel bir klinisyendin sen Nazmiye Abla.

Ameliyathanemiz iki göz yemyeşil bir yerdi
Asistanların orada sürekli tonsil keserdi
Üzerine farz olan fırçanı attıktan sonra
Çınlardı bağırtın ince uzun koridorlarda
Ameliyat mikroskobun ve başındaki halojen lâmbanla
Ne ilginç ameliyatlar yapardın sen Nazmiye Abla.

Bölüm 43 te küçük bir dershanemiz vardı
Beyaz pancurlu penceresi tren yoluna bakardı
Her Çarşamba eğitim toplantıları yapardın
Herkese söz verir, fikir tartışması açardın
Yine de son sözü sen söyler, noktayı sen koyardın
Eleştiriden hoşlanmaz yapın ve değiştirilmez kararlarınla
Ne yaman tartışmacımızdın sen Nazmiye Abla.

Ne kadar emek gösterse Asistanların nafile
Bitmezdi dört yıl ırgatların çektiği çile
Onlara vizitte olmadık sorular sorardın
Serviste hata yapanı haşlar, polikliniğe kovardın
Ameliyattakini ise tek ayak üstünde tutardın
Katı tutumunla ve içimize saldığın korkuyla
Ne disiplinli bir Hocamızdın sen Nazmiye Abla.

Ders verdiğin odalar stadyum gibi yerlerdi
Amfilerde iğne atsan yere düşmezdi
Öğrencilerine Kulak, Burun, Boğaz'ı anlatırdın
Pratiğe önem verir ve onların sevgisini kazanırdın
Ağzında Bal'la, projeksiyondaki slayt'larla
Ne tatlı dersler anlatırdın sen Nazmiye Abla.

Önceleri hiç düşünmedin hastalardan almak para-pul
Baktın ki kalmadı sırtında ne bir ceket, ne de bir çul
Karar verdin Meşrutiyet'te Muayenehane açmaya
Özen gösterdin onlara faydalı olmaya
Sonra başladın meşhur olup, nam salmaya
Hastalara yaklaşımın, alın terin ve kazandığın helâl paralarla
Ne örnek bir Muayenehaneciydin sen Nazmiye Abla.

Eskişehir yolunda minik bir çiftlik evin vardı
Baharda çiçekler açar, etraf tezek kokardı
Yıllar boyu çorak toprakla boğuştun, uğraştın
Sonunda orada irem bağı gibi bir cennet yarattın
Her yıl birkaç Uzmanın ve onbeş Asistanın
Masmavi havuzunda eğlendikçe gülerdi suratın
Unutulmaz ev sahipliğin, doyulmaz sohbetin ve alâkanla
Ne konuksever bir evsahibiydin sen Nazmiye Abla.

Tanrı vergisi kuvvetin ve adaleli göbeğin
Ne bükülürdü bileğin, ne de kesilirdi nefesin
Tonsilspor adında bir takım kurmuştun
Yıllar boyu top oynayıp, kaptanlığımızı yapmış
Nice şampiyonluklara adımızı yazdırmıştın
Sahadaki deparların ve inanılmaz eforunla
Ne acar bir santrforumuzdun sen Nazmiye Abla.

Gönül verdin derlerdi Hacettepe KBB'a
En sonunda karar vermişsin emekli olup, ayrılmaya
Bilmem şimdi gururlu, memnun ve mesut musun
Yoksa ayrılıyorum diye ağlıyor musun
Bırak tüm bunları, ürettiğin güzel kişileri hatırla
Hatıralarımızda kalan güzel ve unutulmaz anılarınla
Ne güzel bir Hocamızdın sen Nazmiye Abla.

Acı-tatlı anılar kalırken mazide
Kalıyor "Hoşal" adı, hoş bir sada olarak bu Klinikte
Bindokuzyüz altmışüç yılının sonbaharında
Şaban Şifaî'nin izbe bodrum katında
Tek başına ve birkaç Asistanınla
34 yıllık emeğin ve çabanla
Ne iyi ettin de kurdun bu Kliniği, Nazmiye Abla.

Yetiştirdiğin yüzlerce Asistan ve binlerce Öğrencin adına
Şifaya kavuşturduğun onbinlerce hasta namına
Sevgi sana, minnet sana, şükran sana
Saygıdeğer önderimiz, Nazmi Hoca.
Güle güle, kendine iyi bak, hoşça kal
Sevgili Hocamız NAZMİ HOŞAL...
.

CAN'İMASYON...



Prof. Dr. Can Özşahinoğlu Hacettepe KBB'dan uzmanlığını aldıktan sonra uzun yıllar Çukurova Tıp Fakültesinde çalıştı ve bu Üniversitenin iki dönem Rektörlüğünü de yaptıktan sonra 1 Nisan 2006 tarihinde kendisine Adana'da bir tören düzenlenerek emekli oldu.
Emeklilik Töreninde kendisi için hazırlamış olduğum "Canimasyon" başlıklı yazıyı aşağıda sunuyorum :

CANİMASYON

İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim.
Can deyip söylerler idi
Bu Can nedir şimdi bildim.

Değerli Can'lar,

Muhyiddin
Abdal'ın dizeleriyle Can Ağabey'i kısaca tanıtmaya çalıştım.

Can kelimesi; dost, arkadaş, sevgili, insanın iç evreni ve gönül anlamındadır.
Bektaşi ve Mevlevilikte de "Yol arkadaşı" anlamını taşır.

Can Ağabey Hacettepe'de bizlerle birlikte yola çıktı.
Gerçekçi sebeplerle kısa zamanda bizlerden biraz uzak kaldı.
Çoğumuz onu yakından tanıyamadık.
Ama onun başarılarını hep gıptayla, gururla izledik.

Gerçek bağın gonca gülünü
Deren bilir, dermeyenler ne bilir.
Can'ı kurban edip canan yoluna
Veren bilir, vermeyenler ne bilir...

Tadan bilir onun bal'ını
Dahleylemez ehl-i aşkın halini
Can gözünü açıp, dost cemalini
Gören bilir, görmeyen ne bilir...

diyerek Can Ağabeyi sizlere anlatmaya çalışacağım :

"Can" Ağabey 1939 yılında Tarsus'da "can buldu". "Canını sokakta" bulmamıştı. Önce "can derdine" düştü. "Canını dişine takarak", "canla başla" ve "canı çıkarcasına" çalıştı. "Canı gibi sevdiği" Tarsus Kolejinde bir "canlılık" kazandı. Burada; "heyecanlı", "canı tez", "canı tatlı", "babacan" tavırlı, "candan" bir kişilik sergiledi ve birçok kızın "canını yaktı". Tıbbiye'ye girmek için "can atıyordu". "Can çekişenlere" "can vermek" ve "cana can katmak" için Tıp Fakültesini bitirdi. Bu arada "can ciğer" dostu, "can arkadaşı" Safa Kaya idi. "Can düşmanı" ise hiç olmadı.

"Canı istediği" için ve "can boğazdan gelir" düşüncesiyle, "can-ü gönülden" istemesi sebebiyle "can atarak" Hacettepe KBB'a girdi. Burada, "kendisine canım feda" ve "canım kurban" dediği "can" Hocası Nazmi Bey'i "can kulağı" ile dinledi. Ondan mesleğinin "can alıcı" noktalarını öğrendi. Asistanlığında "can verircesine" ve "cans-i perane" çalıştı. Bu arada "canına okundu", "canı yandı", "canı sıkıldı", "canı çıktı" ama "canıma minnet" diyerek "can simidi" gibi mesleğine "candan" sarıldı.

Bu sırada "canı çekti", "can damarından" ve "can evinden" bir "canan'a"vuruldu. "Can havliyle", "cana yakın" birisi "can arkadaşı" ve "can yoldaşı" ile evlendi.

Bu sırada Hacettepe "canına tak" demişti. Adana'dan gelen teklife "vay canına" dedi. "Cana minnet" bu teklife "canı dayanamadı". Hacettepe'nin "canı sağ olsun" diyerek, "canı istemediği" halde, "canı sıkkın" bir biçimde "can aldığı" topraklara geri döndü. Adana, ona bir "cankurtaran" gibi sarıldı. Yeni yeni "canlanan" bir Üniversiteye "can suyu"nu verdi. Burada "canavar" gibi çalışıp, buraya bir "canlılık" ve "can güvenliği" getirdi. İki kez oranın "Baş Canbazı" seçildi.

"Canın sağ olsun" "Can" ağabey !

Her ne kadar "canınızı sıktıysam" da "canıma değsin".
Can ağabeyime "candan" sevgilerimle...

21 Aralık 2007 Cuma

UZUNGÖL GEZİSİ...


1998 yılı Temmuz ayında Samsun'dan 25 kişilik bir ekip, Cuma sabahı daha kuşlar uyanmadan otobüsle yola koyulduk. Küçük bir afacanın çişi gelmese ve de otobüsün lâstiği patlamasa şoförün mola vereceği yoktu. Neyse, plânlanmış ilk mola Akçaabat'ta "Nihatın Yeri"nde verildi ve Nihat Usta'nın nefîs Akçaabat köfteleri ve piyazları açık havada ve denize nazır bir yerde midelere indirildikten sonra binilen otobüste herkes öğlen uykusuna dalıp, akşama güç topladı. Çaykara dışında bir yerde otobüsten inilip, yol bozuk olduğu için iki minibüse transfer olundu ve 20 km. lik bozuk yol nefîs manzaralarla geçilip, Uzungöl'ün tarihindeki ilk büyük Alkol çıkartması ile Uzungöl'e girilip Keles Oteldeki yerlerimiz belirlendikten sonra kısa bir istirahat ve peşinden Haldizen deresi boyunca çevre gezisi ve ve ardından İnan Kardeşler lokantasında kuvvetli bir Alabalık ziyafeti ve ardından da TV'de maç seyirleri, kâğıt oyunları ve çok ilgi çeken kelime doldurma oyunlarıyla günün nasıl geçtiği anlaşılmadı.

Ertesi sabah yine İnan Kardeşler'de kaymaklı, kuymaklı, yağlı, ballı kuvvetli bir kahvaltıdan sonra bu kez hep beraber Uzungöl çevre gezisi yapılıp, konaklama tesisleri özel incelemeye alındı. Daha sonra grubun bir kısmı nefîs doğal parkurda trekking yaparak, bir kısmı ise minibüsle taşınarak Solaklı deresi civarındaki piknik alanına götürüldü ve burada hem piknik yapıldı ve hem de nefîs ızgara köfteler mideye indirildi. Yemek sonrası derede bulunan bir topla çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kızlı-erkekli bir futbol maçı organizasyonu yapıldı. Büyük heyecan, kavga, gürültü, patırtı arasında maç 2-2 berabere devam ederken topun tekrar dereye kaçması ile maç yarıda kaldı. Federasyon nezdinde yapılan itirazlar ve hakeme yapılan elle ve dille saldırılar işe yaramazken, aramızda Fair Play ödülüne lâyık oyuncu bulunmayışı da ayrı bir üzüntü kaynağı oldu. France 98 de neden bir Türk hakeminin görev almadığı konusu da M. Ali Saka'nın kötü yönetimiyle açıklığa kavuşmuş oldu. Sarı kartların havada uçuştuğu bu karşılaşmada, M. Ali'nin kırmızı kartını Samsun'da unutmuş olması da maça ayrı bir renksizlik kattı...

Maç sonrası yol boyu yürüyerek tekrar otele dönülürken toplanan minik dağ çilekleri ile güzel bir ziyafet çekilerek piknik hayırlısı ile tamamlandı. Gece İnan Kardeşler'de tekrar alabalık yenildikten sonra gece, otel lobisindeki eğlence ve oyunlarla sona erdi.

Pazar sabahı erkenden kalkılarak minibüslere binildi ve Çaykara'da tekrar otobüse transfer olduktan sonra Sumela Manastırı'na gelindi ve sisler arasındaki Sumela Manastırı görülemeden gezildi. Sumela dönüşü Coşandere Restoran'da serenti altında hazırlanmış masalarda kara lahana ve mısır çorbası, kara lahana dolması, mıhlama, ızgara köfte ve sütlâç'tan oluşan nefîs menü yenilip, öğleden sonra otobüste uyunularak geçirildi. Akşam yemeği için Mete Berk'in nazik davetleri reddedilmeyerek gece 20.30 da Terme'de Pideci'ye gelindiğinde burada bir sürpriz bizleri bekliyordu. Mete Bey oğlunu telefonla arayarak bizler için bir masa ayırtmış, çiçeklerle donatmıştı bile... Kaymaklı, çökelekli, pastırmalı, kıymalı, kaşarlı pideler birer birer neş'e içerisinde yenilirken Mete Bey'in kulakları sık sık çınlatıldı ve oğullarının konukseverlikte Mete Bey'i fersah fersah geride bıraktıklarına oy birliği ile karar verildi. Sonra hep birlikte yola devam edilerek bu neş'eli gezi saat 22.30 da Samsun'da sona erdi.

Ne diyelim. Gelemeyenler üzülsün...

hcttp 70


Bizler, yani Hacettepe'ye 1964 girişliler Hacettepe'den 1970 de mezun olduk. Bu Fakülteye giren ikinci sınıf (!) öğrenciler idik ama 68 döneminin tam ortasında Yükseköğrenimimizi yaptık. Sıkıntılı bir dönemdi... Sağ kesimden de sol kesimden de uç görüşlü arkadaşlarımız vardı. Ama büyük çoğunluk işinde-gücünde idi. Bu olaylara karışmaz, yalnızca uzaktan tanığı olurduk. İnanılmaz iyi bir arkadaşlığımız vardı. 1970 yılında 68 kişi mezun olarak "Doktor" ünvanımızı aldık. Sonra dağıldık. Ama biri birimizden hiç kopmadık. Bu sınıf, mezuniyetinden on yıl sonra Hacettepe'nin Kırmızı Anfisinde Hocalarımızla birlikte bir araya geldik. Bu kavuşmamızda sınıfımızı dile getiren ve tarafımdan hazırlanmış şu dizeleri arkadaşlarıma sundum :


HACETTEPE 70

Yıl bindokuzyüzyetmiş, Hacettepe yeni bitmiş
Tam altmışsekiz kişi, 50 si erkek, 18 i dişi...

 
Kimimiz yatılı, kimimiz leyli

Kimimiz salon erkeği, kimimiz de zır deli.


Kimimiz plâjda arar kısmetini
Kimimiz koridorda seçer eşini


Kimimiz Laboratuarda geçirirken gençliğini
Kimimiz de seyahatte seçer dengini...

Velhasıl; kimimiz kibirli, kimimiz İzmir'li
Kimimiz canlı, kimimiz de Van'lı.

Kimimiz uğraşır safsatayla
Kimimizse öğretmenlik yapmış Kars'da.


Kimimiz malign, kimimiz benign
Kimimiz halim, kimimiz de Selahattin Selim.

Kimimizin sinirleri gergin
Kimimizin de adı Mehmet Ergin.

Kimimiz çalışmaktan düşmüş bezgin
Kimimizse rahat, örneğin Nevin.


Kimimizin bilgisi engin
Kimimizse Bursa'lı Rengin.

Kimimiz Nurdan, kimimiz Demokan
Kimimizse Teğmen, Erol Urcan.

Kimimiz iyimser işte Özsoy Güler
Kimimizse kötümser işte Özçelik Okayer.

Kimimiz şehlâ bakışlı, kimimiz Karakaş'lı

Kimimiz kızıl saçlı, Ertuğrul Kandiyalı.

Kimimiz Ali İhsan gibi bebe
Kimimizse Füsun gibi geveze.

Kimimiz girmiş gırtlağına kadar borca
Kimimizse iki çocuk babası İbrahim Hoca.


Kimimiz ilgili, kimimiz ilgisiz
Örnek mi istiyorsunuz, işte Türkiz.

Kimimiz taze, kimimiz bayat
Kimimiz de Ordu'lu Demirali Onat.

Kimimiz aygın, kimimiz baygın
Kimimiz de saç özürlü Yamaç Taşkın

Kimimiz kalın, kimimiz ince
Kimimiz mini mini, örneğin Hale.


Kimimiz Beyaz, kimimiz kara dut
Lüzumsuz konuşur Ayşe Özkurt.

Kimimiz haylaz, kimimiz yaramaz
Trompet solo'da Taylan Mümtaz.

Kimimiz güzel, örneğin Hasan Tüzel
Kimimiz çirkin, örneğin Mim Ali Bumin.

Kimimiz kararsız, kimimiz kararalı

Millî solaçığımız Selim Balkanlı.

Kimimiz başarısız, kimimiz başarılı
Kimimizse asker, Armağan Başlı.

Bazılarımız düşünür derin derin
Bunlara örnektir Sevin ile Nesrin.

Kimimiz uyanık, kimimiz aygın
Kimimiz konuşur baygın baygın


Kimisi de Özçeliğe dargın

Buna da örnektir Özoğul Sargın.

Kimimiz şişmandır pantolonu gelir dar
İşte huzurunuzda Nuri Mete Künar.

Kimimizin kalındır ensesi
Kimimizinse takma adıdır "desi".

Kimimiz konuşur sürekli lâk lâk
Bir diğerimizinse takma adı "kozalak".

Kimimiz aşık, kimimiz derbeder

Kimimiz Karakaş'lı Ömer
Kimimizse fotoğrafçı İskender.

Kimimiz olgun, kimimiz kelek
İşte örnek: Yusuf Özyürek.

Kimimizde akıl, kimimizde fikir

Herşeyden anlar Nazmi Bilir.

Kimimiz dere, kimimiz çay
Sakin davranışlarıyla Sunman Tülây.

Kimimiz gece, kimimiz gün
Kafası daima parlak, Önal Ergün.

Kimimiz uzun, kimimiz bodur
İşte Denizli horozu Kutsi Onur.


Kimimiz sağcı, kimimiz solcu
Kimimizse hareketli, hayat dolu.


Ne yapsanız anlatamazsınız onu
İşte karşınızda Necâti Dedeoğlu.

Erenlerin belli olmaz sağı, solu
Aramızda bir Başkan, Tevfik Akoğlu.

Kimimiz sessiz-sedasız, çıkmaz soluğu
Kimimizse iddiasız, Ufuk Cığızoğlu.


Kimimiz mehtap, kimimiz ay
Türk Müziği solistimiz Ülge Gülây.

Kimimiz felsefî, kimimiz edebî
Hiçbirisinden nasibini almamış Kurultay Rebiî.

Kimimiz Kale gibi Metin

Kimimiz de bilgisinden Emin.

Kimimizin bir elinde ayna, Umur'unda değil dünya
İşte güzelliği ile dillere destan Süheylâ.

Kimimiz olgun, kimimiz kâmil
Kimimiz solgun, kimimiz Güler Erbil.

Kimimiz aç, kimimiz sefil

Kimimiz neş'eli, işte Cemil.

Kimimizin sırtında gocuk
Kimimizin cebinde para gani


Kimimiz hızlı çocuk
Kimimiz de Nahum Dani.


Kimimiz ömründe giymemiştir kürk
Örneğin Kayseri'li Mustafa Öztürk.

Kimimiz konuşur açık, seçik
Örnektir Kilis'li Dilek Keçik.

Kimimizin sesi kalın, örneğin Erdal Akalın.
Kimimizin sesi ince, örneğin Erol Teomete.


Kimine gülmez talih, örneğin Yurtbaşı Salih.
Kimininse pokerde şansı var, örneğin Aras Şenvar.

Kimimiz ortalıkta görünmez, örneğin Atillâ Sönmez.
Kimimiz her yerde çeker başı, örneğin Ahmet Bölükbaşı.

Kimimiz nâzik, kimimiz kibar
Ezberde üstüne yok işte Ülşan Acar.


Kimimizin hesabı uymaz çarşıya, pazara
Karşınızda kara gözlükleriyle Rüstem Olga.

Kimi söyler, sol, mi, lâ
İşte, gitarıyla karşınızda Turgay Atilla.

Kimimiz suskun, kimimiz konuşkan
Halkoyunlarında bir numara Çiğdem Doğancan.


Kimimiz sıcak, kimimiz buz
Jinekolojiye niyetli Teoman Yavuz.


Kimimiz içten, kimimiz candan
Pek yamandır her konuda Hikmet Pekcan.

Kimimiz takar kemer, kimimizse giyer semer
Kendi söylediğine kendisi gülen Timur Sümer.

Kimimiz kurt, kimimiz çakal
Pek karakterlidir Tuğrul Kural.


Kimimiz çeker kafa, kimimiz kol
Doğuştan asker Mustafa Kahramanyol.

Kimimiz gelir göze, kimimiz ele
İşte, iri cüssesiyle Nurî Kale.

Benim ise adım Hıdır, elimden gelen budur
Umarım hepsinin yolu mutlu ve uzundur...


Dr. Yücel Tanyeri
NOT :
Ayni grup şimdi zaman zaman bir araya gelip, çocuklar gibi eğleniyor ve sıklıkla da sanal ortamda "hacettepe70" yahoo grubunda bir arada oluyorlar. Hacettepe 1970 mezunlarının bir bölümünün tarafımdan çekilmiş görüntülerine https://photos.google.com/album/AF1QipP_VNqZ8GNQB8jVHV8BQHUji1WMkE23uMWUHjxW/photo/AF1QipO0cG6wV1B_qpGigilzekQqNzf1spSp2MGFvBVk
adresinden ulaşabilirsiniz.

KARİ-KADİR DOSTUM...


Kadir Doğruer'in ismini 1987 Uluslararası Simavi Karikatür Yarışması, Erol Simavi Özel Ödülü'nü aldığında duymuş ve çok zarif çizgilerle ve ince espirilerle oluşturduğu karikatürlerine hayran kalmıştım. 

Onun, Hacettepe KBB'dan meslektaşım Dr. Nuran Doğruer'in eşi olduğunu öğrenmem daha sonralara rastlar. Kendisi de benim gibi bir Hekimdi. Anestezi Uzmanlığından sonra Tıbbın belki de en zor dallarından birisi olan "Yoğun Bakım" dalını seçmişti ve burada da üst düzeyde bir hekimlik uygulaması içerisinde idi. Kadir ile ortak yönlerimizin çok olması nedeniyle sıkı bir dostluk geliştirdik.

Çok sayıda karikatür yarışmalarına katılıyor ve bunların çoğunda da derecelere girip, ödüller kazanıyordu. İstanbul'da karikatür ile ilgilenen üst düzey sanatkârların dışında pek fazla kimse tarafından tanınmıyordu. Samsun doğumlu olduğunu da sonradan öğrenmiştim. Ona Samsun'da bir sergi açmasını önerdim. Tüm hazırlıkları yaptım. Karikatürlerini büyük bir düzenle getirdi. Özenle yerlerine yerleştirdik ve 21 Mart 1996 da Samsun Ziraat Bankası Galerisinde sergisini açtık. 

Çok ilgi gördü. Hemen arkasından Ordu Devlet Güzel Sanatlar Galerisi'nde bu sergisini tekrarladık. Sergi, orada da büyük ilgi çekti. Bu sergilerde haliyle bir "Anı Defteri" açmıştık. Serginin son günü sevgili Kadir'in ziyaretçi defterinin son sayfalarına şu notu düştüm :

 "Sevgili Kari-Kadir Dostum, "Yüreğinde sevgi olanın, beyninde kötülük olmaz" demişler. Yüreğinde sevgiyle, beynindeki güzel düşüncelerle ürettiğin; ince çizgilerle, renk renk lekelerle ak kartona aktardığın eserlerini yedi gün süresince keyifle inceledim. Heyecanla, özenle, sevgiyle yerlerine yerleştirdiğimiz karikatürlerini bu gün hüzünle topluyoruz. Pir Sultan Abdal bir şiirinde, Bahar geldi çiçek bitti, ot bitti Toprak güldü, taşı güldüremedim diyor. Senin karikatürlerine de gülmek için çok baktım ama Pir Sultan'ın taşı güldüremediği gibi senin karikatürlerin de beni hiç güldüremedi. Nedeni de sanırım Peter Ustinov'un şu cümlelerinde buldum : "Comedy is simply a funny way of being serious..." İnanıyorum ki sen, düşüncelerini karikatüre aktarırken ciddî olmayı da başarabilen güçlü bir sanatçısın hiç kuşkusuz. Bir çizer değil ama büyük bir yazar olan Goethe de "Düşünmek kolay, yapmak zordur. Dünyada en zor şey düşünüleni yapmaktır" der. Sergi sırasında düşüncelerini kartona aktarmadaki üstün becerinin örneklerini beğeniyle ve mutlulukla izledik. Kanımca bir tek eksiğin var. O da yeterli sayıda eser üretememen... Çok başarı ile uyguladığın ulvî mesleğinin bunda etken olduğunu biliyor ve seni anlıyorum. Ama ne olur biraz daha fazla üret! Bizleri "düşüncelerini" görmemizden daha fazla yoksun bırakma. Önce üret, sonra da paylaş onu bizlerle... Sergilerine Samsun'dan başlaman, Anadolu'ya yayılman için bir ivme olsun. Bu anı defterinin bir köşesinde Yozgat'tan gelip, yaşamında ilk kez bir Karikatür Sergisi gezen vatandaşımızın yalın anıları ve mutluluğu sana rehberlik etsin... Mutluluk dedim de; "Peki, sen mutluluğun karikatürünü yapabilir misin, Kadir ?" Belki de yapabilirsin bir gün, bir şekilde... Ama bizlerse bu serginden aldığımız mutluluğu ifade edememenin ezikliği içerisindeyiz. Dostlukla, sevecenlikle, güler yüzle, özenle Samsunlulara sunduğun karikatürlerini takdirle ve onları paylaşmanın mutluluğuyla sana iade ediyoruz. Sevginle, dostluğunla, çizginle ve de güzel düşüncelerinle yine gel olur mu ?.. "

Dr. Kadir Doğruer bu sergiden sonra, yoğun işine ve çalışma temposuna rağmen bir çok sergi açtı, karikatür kitapları yayınladı ve ödüller aldı.

19 Aralık 2007 Çarşamba

GENÇ OZANLAR DERSLİĞİ...

Dışarıda çisil çisil yağmur yağmaktadır. 
Genç adam otobüsün buğulu camlarından dışarıya bakmak ister. 
Gördüğü tek şey sararmış, gri renkte sonsuz bir düzlüktür. 
Sonbahar yavaş yavaş Konya ovasına inmektedir ve o 
"Mecburi Hizmet" yükümlülüğünü yerine getirmek üzere Konya ilinin Ilgın ilçesinin 600 nüfuslu Derbent köyündeki bir meçhule doğru ilerlemektedir. 

Yağmur şiddetini arttırmıştır. 
Artık bardaktan boşanırcasına dökülmektedir gri bulutlu kararmış gökten. 
İner köy meydanında otobüsten ve ıslanır yağmurda olabildiğince... 
Artık iki yıl bu kuytu köşede sürdürecektir yaşamını. 
Bir anda yalnız hisseder kendini. 
Ama çabuk toparlanır. 

Sağlık Ocağına yerleşir ve sağlık dağıtmaya başlar orada pak önlüğü ve de güler yüzüyle... 
Örnek olur, arkadaş olur köylüyle, ahaliyle. 
Dert dinler, derman verir elinden geldiğince. 
 Ve günlerden bir gün bir öneri gelir genç Hekim'e köyün Öğretmeninden. 
"Gel" der, "gel de Ortaokul öğrencilerime İngilizce öğret" yaşlı eğitmen. 

Öneri iyidir. 
Besbelli renk katacaktır genç Hekimin tek düze yaşamına... 
Tüm gece düşünür ve uykusuz gecenin sabahında bildirir kararını Öğretmene. 
İngilizce öğretmenin yararı yoktur bu yarının genç çobanlarına. 
Ama eğer dilerse Eğitmen, pekâlâ Türkçe öğretip, eğitebilecektir onları... 

Ve vazgeçilip İngilizceden hemen başlanır Türkçe derslerine. 
Öyküler anlatır onlara günler boyu ve şiirler okur Orhan Veli'den, Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan dolu dolu... Yaşamlarına renk, umutlarına şevk gelmiştir genç çoban adaylarının. 
Ve farklı bakmaktadırlar artık köylerinin, toprağına, çınarına, baharına ve kuşlarına... 

Günler günleri kovalar. 
Yoğun bir poliklinik gününde kapısı çalınır Sağlık Ocağının. 
Üç öğrencisi odaya girer genç Hekimin. 
Heyecanlıdırlar, sıkılgandırlar. 
Hekim, steteskopu ile dinlediği hastanın sırtından uzaklaşır , kulaklıklarını çıkartır ve 
"hayrola çocuklar, hanginiz hastasınız bugün" diye merakla sorar. 
Başları önde lâstik pabuçlu, sıfır numara traşlı ve geleceğin çoban adayı üç genç 
sözleşmiş gibi birlikte yanıtlarlar : 
"Hocam, bir şiir yazdık da size okumaya gelmiştik...

Oturur köhne masasına genç adam. 
Yutkunmak ister yutkunamaz. 
Konuşmak ister konuşamaz... 

Biraz öncesine kadar ter ve formol kokan muayene odasına 
pembe, beyaz bahar çiçekleri dolmuştur. 
Misyon tamamlanmıştır...

NOT : Bu bir gerçek öyküdür ve o dönemlerde Ilgın, Derbent Sağlık Ocağı Hekimi olan 
Prof. Dr. Muharrem Yazıcı, halen Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 
Ortopedi Anabilim Dalı Öğretim Üyesidir.

.

18 Aralık 2007 Salı

MEMLEKETİMİ SEVİYORUM...


Hiçbirşey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim.
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altında gülen halkımın eseridir.
Memleketim.
Ankara Ovası'nda keçiler
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanakları mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
incir
kavun
ve renk renk
salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır,
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...

Nazım Hikmet














Fotoğraflar : Yücel Tanyeri

7 Aralık 2007 Cuma

FÜSUN SAYEK ETKİNLİKLERİ...



2007 yılı Ağustos ayının son haftasında bir grup arkadasimizla birlikte Arsuz-Iskenderun'da idik. 11 Agustos, Hacettepe'den sınıf arkadaşımız Füsun'un doğum günü...
İskender; kızları Selin, Aylin ve Füsun ile ele ele verip güzel bir doğum günü etkinliği hazırlamışlar.
Kültürel ve Bilimsel boyutu üst düzeyde ve de Füsun'a yakışır bir kutlama programı düşünmüşler.

Öncelikle 1890'dan beri kullandıkları evi bir müzeye dönüştürmüşler.
Evin tarihi dekoru aynen korunmuş. Ayrıca bir güzel elden geçirilerek ve eski halinden sapmayarak yenilenmiş. İçindeki güzelim eşyalar korunmuş ve ev bunun dışında tümüyle boşaltılarak odaları birer galeriye dönüştürülmüş. Çok güzel hazırlanmış posterlerle ve resimlerle ev hakkında bilgiler veriliyor ve ailenin kökleri anlatılarak sergileniyor. Ayrıca, Arsuz'un antik dönemdeki tarihçesi fotoğraflarla anlatılıyor.

Evin mutfağı, İskenderun yemekleri çok sanatkârane düzenlenmiş afişlerle ve yöre yemekleri annelerinin yemek yaptığı malzemeler dekor olarak kullanılarak anlatılıyor. Pek güzel düzenlenmiş Avlu, minik havuzu ve antik taşlarla döşeli tabanı ile küçük bir toplantı salonu haline çevrilmiş. Çardak altında ve serinde koltuklarda oturabiliyorsunuz.

Bahçenin en baş köşesinde Füsun'un her zamanki gülen, sizinle gır gır geçen bakışları dekoru tamamlıyor.

Bir oda sergi salonu halinde plânlanmış. Dr. Erkmen Böke ağabeyimizin "Füsun'un Çicekleri" temalı bir yağlıboya sergisi var ki hepiniz tabloların güzelliği karşısında parmak ısırırsınız. O denli güzeller ve de Füsun'a çok uymuşlar.

Evin dışında da büyük bir bez ilân bu Kültür ve Sanat etkinliğini yöreye duyuruyor.

Ben sabah erkenden Arsuz'da idim.

Otel odaları dolu olduğu için zamanım vardı. İlk iş olarak Füsunu ziyaret etmek istedim. Tabii çiçeksiz olmazdı. Ancak, tüm soruşturmama rağmen Arsuz'da çiçekci olmadığını öğrendim.
Neyse, kısa bir yürüyüşle kenti, denizi, dağı ve ovayı birlikte gören bir tepede Füsun'un ebedi istirahat yerine ulaştım. Yöreden koparttığım kır çiçeklerini kabire özenle yerleştirdikten sonra Füsun ile biraz sohbet ettim, yeni düzenlenmiş çiçeklerini, zeytin ve selvi ağaçlarını suladım.

Sonra Füsun ile vedalaşıp, aşağıya indim. İskender ile buluştum. Emin ve Tülay, İlhan, Rengin, Metin Kale, Cihangir Çelik, Sema ve Erdal daha sonra katıldılar. İskender ve kızları hemen her şeyi yapmışlar, bize fazla bir şey bırakmamışlardı.

Öğlenden sonra kısmen bu sanat evinde kısmen de Arsuz çayı kıyısındaki Çardak Restoranda oturup sohbet ettik, İskenderin evinde nefis yöre yemeklerinin tadına baktık.

Akşam, antik aile evinin avlusundaki nezih bir kokteyl ile başladı program. Oldukça geniş bir katılım vardı. İskender açılış konuşmasını yapıp, bu günün Füsun'un doğum günü olduğunu ve bundan böyle onun doğum gününü hep böyle etkinliklerle kutlayacaklarını anlattı.

Daha sonra iki kızı ile el ele vererek hazırladıkları ve Füsun'u çok güzel anlatan bir VCD'yi izledik. Füsun'u tanıyanlar kısa öykülerle onu anlatırken, çoğu Hacettepe yıllarımıza ait resimler birlikte akıp gidiyordu. Amatör ama içtenlikle hazırlanmış bir güzel gösteriyi izledik. Umarım Iskender bunu çoğaltıp, hepimize bir CD halinde gönderecektir.

Sonra ben Füsun'a Kaçkar dağlarından getirdiğim kır çiçekleri fotoğraflarımı Ceyhun Atıf Kansu'nun "Dünyanın bütün çiçekleri..." şiiri eşliğinde sunmaya calıştım ve 70 likler adına
7 gün önce Füsun için yaptığım "Kaçkar zirvesi" tırmanışı etkinliğini belgeleri ile sundum.

Benden sonra da Ataol Behramoglu -ki Füsun'un çok sevdiği bir şairdir- kendi şiirlerini çok duygusal sözlerle süsleyerek bizlere sundu.

Ertesi gün bilimsel Programa 70'liklerden yalnız Rengin katıldı. Emin ve İlhanlar erken ayrıldılar. Biz kalanlar da ayrılış saatine kadar güzelim Antakya yemekleri yiyerek zamanımızı geçirdik. İrmik helvası ile Künefe günün spesialiteleri idi.

Sonra sırası gelen ayrıldı ama kalbimiz Sayek'lerle birlikte kaldı.
Sanat ve bilimsel etkinlikler tüm hafta içerisinde devam etti.
Füsun'a da bu yakışırdı zaten.
Tüm Sayek ailesine kocaman bir aferim benden...
Füsun'a özlemle ve sevgilerle...

KAÇKARLARIN ZİRVESİNDE...

Dr. Füsun Sayek, benim Hacettepeden 40 yıllık sınıf arkadaşımdı. İçinde insan ve doğa sevgisi olan, etrafına her zaman neşe saçan, yüzünde gülücükler ve yakasında çiçek hiç eksik olmayan bir arkadaşımızdı ve yine bir sınıf arkadaşımız Dr. İskender Sayek'in eşi idi. Onu 2006 yılında kaybettik. Aramızdan ayrıldığında iki güzel kızın annesi ve Türk Tabipler Birliği Başkanı idi.

Füsun, 10 Ağustos doğumlu idi. 2007 yılı Temmuz ayı sonlarında bir trans Kaçkar yürüyüşümüz olacaktı ve planımıza göre Kaçkar zirvesi denememiz Füsun'un doğum gününden bir hafta öncesine denk geliyordu.

6 günlük dağ, tepe, mezra, yayla yürüyüşlerinden ve Füsun'un çok sevdiği sayısız rengârenk kır çiçekleri arasından geçtikten sonra son kampımız olan Dilberdüzü Yaylası'na ulaştık. Bu yürüyüşümüzün benim açımdan başka bir amacı vardı. 30 yıldır yaşadığım Karadeniz yöresinin en yüksek yeri olan Kaçkar Dağları'nın bu 3937 metrelik doruğuna Füsun'un anısına tırmanmak istiyordum.

Tüm dağ tırmanışlarında, dağcıların inandıkları bir prensip vardır: "Dağa, ancak dağ izin verirse çıkabilirsiniz". 3 Ağustos günü sabah saat 02.30 da uyandık. Hava kapalı ve yer yer şimşekler çakıyordu. Bir saat kadar havayı gözlemledik. Meteorolojik koşullarda bir miktar düzelme fark edince saat 03.30 da baş lambalarımızın ışığında yürüyüşe başladık. 1100 m. lik dik ve zorlu bir tırmanışımız olacaktı. Bir gün önce yağan kar ve dolu sonrasında sanki kış tırmanışı yapıyormuşuz gibi yerdeki yoğun kar tabakası üzerinde yürüyüşümüzü sürdürdük. Bu arada bir sürü yağmur ve dolu yedik. Öğlen saat 12.00 de Kaçkar dağlarının 3937 m lik zirvesinde idik. Kısa bir soluklanmadan sonra zirve defterini buldum ve bu tırmanışı "Füsun'un Hacettepeden sınıf arkadaşları adına ve Füsun'un anısına" yaptığımı zirve defterine yazarak belgeleştirdim.

Değerli bir Bilim insanı ve Yönetici olan sevgili Füsun için çok daha iyi şeyler yapmayı dilerdim ama ne yapalım ki "adımız Hıdır'dı ve elimizden gelen de buydu..."

Bu etkinliğimizin Füsun katında kabulünü dilerim.

6 Aralık 2007 Perşembe

TOM MİKS ve TEKSAS...

Bizim çocukluğumuz Tom Miks ve Teksas okuyarak geçmiştir.
O dönemlerde zorlukla bulduğumuz ve biri birimizle değiştirerek coşkuyla ve keyifle okuduğumuz bu dergiler başta rahmetli Turgut Özal olmak üzere çok kişinin sosyal gelişmesinde etkili olmuştur.

1963 yılında Ankara'da Lise son sınıfta ve 17 yaşında idim. O yıl Üniversite sınavlarına girecektim. Ulus Gazetesinde okuduğum bir ilânda, bir matbaadan güzel yazısı olan birilerinin arandığını okudum. Yazım çok güzeldi. Bu ilân üzerine Anafartalar caddesindeki bu matbaaya gittim. Matbaanın sahibi Hakkı Bigeç isimli şişman bir iş adamı idi. Matbaasında İstanbulda Ceylan Matbaasında basılan Tom Miks ve Teksas dergilerinin değişik isimlerle "Çelik Blek" ve "Kahraman Ranger" adlarıyla basılmakta olduğunu ve benim bunların "balonları"nı yazıp yazamayacağımı sordu. Peşinden de çini mürekkebi ve redis uçlu bir kalem ve kuşe kağıt vererek yazı kalitemi test etti. Bu kısa deneme sonucundan sonra da beni ayda 100 TL ücretle hemen işe aldı.

Öğlenden sonraları matbaaya gidiyor, İtalyanca'dan tercüme edilmiş olarak önümüze gelen yazıları çini mürekkeple kuşe kağıda büyük harflerle yazıyor, sonra da onları düzenle keserek balonları içerisine yapıştırıyor ve daha sonra klişesi çıkartılmak üzere matbaa teknisyenine teslim ediyordum.

Bu işte 10 ay çalıştım. Toplam 1000 TL kazandım. Bu miktar daha sonra Üniversite sınavlarında Hacettepe Tıp Fakültesini kazanmamdan sonra benim bir bölüm öğretim giderimi karşıladı ve ayrıca bana birçok yaşam tecrübesi kazandırdı.

O zamanlar birer hatıra olmak üzere bu dergilerden hiç olmazsa bir tanesini bile saklamayı hiç akıl etmemiştim. Yıllar sonra bu anılarımı kızıma, arkadaşlarıma ve dostlarıma anlatmak istediğimde elimde hiçbir belgenin olmadığına çok üzüldüm. Bu işleri yaptığımı, o dönemki yazılarımı kimselere gösteremiyordum.

Yaklaşık 40 yıl sonra Ankara'da bir sahafda etraftaki kitaplar arasına sıkışmış tozlu bir "Çelik Blek" dergisi gördüm. 40 yıllık bir arkadaşımı görmüş gibi sevindim. 1964 baskılı bir dergi idi. Hemen açıp baloncukların yazılarına baktım. Evet yazılar benimdi. Sevincimden uçuyordum.
Dergiyi satın almak için fiatını sordum. "On milyon TL" dediler. Hemen ücretini takdim edip, dergiyi satın aldım. 10 ay çalışarak toplam 1000 TL kazanç sağlamış olduğum bu dergiyi yıllar sonra on bin misli fiyatla geri almıştım.

Şimdi bu dergi kütüphanemin en değerli bir yerinde özenle korunuyor. Eskimiş, sararmış, yırtlmış ve tozlanmış olsa bile...






4 Aralık 2007 Salı

YÖK AMBLEMİ...



Yükseköğretim Kurulu, 6 Kasım 1981 tarihinde yayımlanan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kuruldu. Bu yasanın amacı, Yükseköğretim ile ilgili ilkeleri belirlemek ve ilgili esasları bir bütünlük içerisinde düzenlemekti. Yayımlandığı tarihten itibaren bu yasa üzerinde çok tartışmalar oldu.

Kamuoyunda yanlış olarak sürekli YÖK diye isimlendirilen "Yükseköğretim Kurulu"nun belki de tek doğru yönü tarafımdan 1985 yılında çizilen "amblemi" oldu. YÖK'ün ilk ve kurucu Başkanı Sayın İhsan Doğramacı tarafından çizmem önerilen bu amblemde biri birine ters yönde paralel eğimli "Y" ve "K" harflerini stilize ederek yasanın doğru isimlendirilmesi olan Yükseköğretim Kurulu'nu simgelemeye çalıştım.

Kendim de bu yasanın hükümleri uyarınca 26 yıldan beri bir Üniversite kurumunda Öğretim Üyesi olarak görevimi yapmaya çalışmaktayım.

19 MAYIS'TA GÖKYÜZÜ...


19 Mayıs 2007 tarihi, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlatılması için yüce Atatürk'ün 19 arkadaşı ile Samsun'a çıkmasının 77. yıldönümü idi. 19 Mayıs 1919 da atılan bu ilk adım'ın sonunda ülkemiz yeniden bağımsızlığına kavuştu ve genç Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde ay-yıldızlı bayrağımız hür olarak yeniden dalgalanmaya başladı.

2007 yılının 19 Mayısında çok nadiren gerçekleşebilecek bir olayla Hilal şeklindeki Ay ile Venüs gezegeni karşılıklı gelerek gökte ay-yıldız görüntüsü oluşturacaklardı. Bu olayı ABD'de Çocuk Hekimliği yapmakta olan ve amatör olarak da Astronomi Bilimi ile yakından uğraşan sınıf arkadaşım Dr. Timur Sümer bana duyurmuştu. Ben de Üniversitemiz Fen Bilimleri Enstitüsü Öğretim Elemanları Doç. Dr. Hüseyin Kalkan, Nazım Karadağ ve Ali Aslantürk ile bir araya gelerek 14 Mayıs 2007 günü Üniversitemizde bir Basın Toplantısı düzenleyerek bu olayı tüm Türkiye kamuoyuna duyurdum.

Aslında Türk bayrağının ay-yıldız şeklini almasının ilginç bir öyküsü vardı:

28 Temmuz 1389 tarihinde yapılan Kosova Savaşı sırasında şehit düşen askerlerimizin yerde biriken kanlarının üzerine gökte hilal ay ve yıldızın karşılıklı oluşan görüntüsünün düşmesi ile oluştuğu söylencesi vardı. Gerçekten de günümüzdeki Astronomi Bilgisayar programları ile 28 Temmuz 1389 tarihine gidildiğinde o tarihte hilal şeklindeki Ay ile Jüpiter gezegeninin karşılıklı konumlandıkları ve ay-yıldız şeklinin oluştuğu görülüyordu. Yani söylentiler efsane değil, bilimsel bir gerçek idi.


Çok nadiren oluşabilecek bu rastlantı, 2007 yılında 19 Mayıs Bayramımıza denk geliyordu ve hava açık olursa tüm kuzey yarı küreden ve saat 17.30 ile 22.30 arasında da ülkemizden de izlenebilecek idi.

Bu görüntü o gece gökyüzü kapalı olan batı bölgelerimizin dışında tüm ülkede izlendi.
Özellikle 19 Mayıs hareketinin başlatıldığı Samsun'da tümüyle açık bir havada büyük bir gururla gözlendi.