YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

INS GRÜNE FAHREN...


"Ins Grüne fahren", Almanca bir deyim.
Yeşile seyahat etmek anlamında.
Şehirden uzaklaşıp, doğa ile kucaklaşma için kullanılıyor.

Biz de bu 19 Mayıs bayramında yaptık böyle bir yolculuk.
Yeğenim Tunç Fındık ve eşi Nurcan ile.
Batı Karadenize, yeşile ve maviye...

Önce, Sinop-İnebolu arasında mavi-yeşil bir yolculuk.
Sonrasında Kastamonu Küre dağlarında yemyeşil bir gezi.

Doğa, son yağmurlarla yıkanmış.
Etraf pırıl pırıl olmuş.
Hava ısınmış.
Ağaçlar, beyaz çiçekli gelinliklerini giymiş.
Yerler diz boyu yemyeşil çimen.
Beslenmenin keyfini çıkaran koyunlar, kuzular.
Arada papatyalar, gelincikler, mor sümbüller.
Menekşe'ler, çuha çiçekleri.
Mis kokulu orman gülleri.
Yazın geleceğini haber veren çiçeklerini açmış ayvalar.
Yemyeşil meşeler, cevizler, kestaneler.
Ulu çamlar, yüce gürgenler.

Küre dağlarında ılgıt bir serinlik.
Uzaklarda yağan sağanak bir yağış.
Ve ardından görünen rengâhenk bir gökkuşağı.
Her dönemeçte değişen pastoral bir görüntü.
Gündüz kır kuşlarının gece de bülbüllerin serenadı.
Ve Abana açıklarında yunusların gösterileri.

Nereye baksak güzel.
Nereden baksak güzel.

Ve bu güzellikler içinde dilimizde Ahmet Arif 'in dizeleri :

Haberin var mı taş duvar
Demir kapı, kör pencere

Yastığım, ranzam, zincirim

Uğruna ölümlere gidip geldiğim

Zulamdaki mahzun resim

Haberin var mı?

Görüşmecim yeşil soğan göndermiş

Karanfil kokuyor cigaram

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin
...


15 Mayıs 2009 Cuma

BEBEK MÜZESİ...


Kapadokya. 
İlginç bir coğrafya. 
İnsanlarıyla ve kültürüyle.  
Zengin bir bölge... 

Mustafapaşa beldesi burada. 
Ürgüp'e 6 km uzaklıkta. 
Eski bir Rum yerleşim yeri. 

Mersin'den bir hanım gelir buraya. 
Yıllar önce. 
İsmi Sibel Radiye Gül'dür. 
Bayılır bu yöreye ve yerleşmek ister. 

Eski bir Rum evini satın alır. 
1867 yapımı, taş bir konağı... 
Bir Rum sarrafının eski evini. 
5 odalı yıkık, dökük bir yapıdır burası. 
Oturulmayacak kadar haraptır. 
Temizletir, onartır, restore ettirir. 
Eski haline kavuşturur. 

Butik bir Otel olarak çalıştırmaya başlar. 
 
1985 yılında başlar bebekler yapmaya.
Sibel hanım
Boş zamanlarında. 
El işi, göz nuru bebeklerdir bunlar. 
Gün geçtikçe sayıları artar bu bebeklerin. 
Zamanla birçok bebeği olur Sibel hanımın
Önce bir vitrin, sonra bir oda dolusu bebek birikir. 
Yaptığı bebekleri bu konakta sergilemeye başlar. 
20 yılda 1500'ün üzerinde bebek oluşmuştur. 
El yapımı giysileriyle, konularıyla... 

2007 yılında bir müzeye dönüşür burası. 
Türkiye'nin ilk "Bebek Müzesi" oluşur burada. 
Türkiye ve dünyadan gelen bebekler sergilenir. 
Bu konağın odalarında, dolaplarında. 
Nişlerinde ve antika vitrinlerinde. 

Mustafapaşa'ya giderseniz muhakkak gezin burayı. 
Dolaşın bu eski konağı. 
Sayısız bebekleri inceleyin. 
Tanışın Sibel Hanımla. 
Ne kadar özenle, emekle hazırladığını anlatsın size. 

Bu güzelim otelde kalmak isteyebilirsiniz. 
Ancak yer bulmak artık olası değil burada. 
Tüm odaları dolu. 
Müşterilerle değil... 
Binlerce el yapımı bebekle...

12 Mayıs 2009 Salı

SİNASOS...


Sinasos Kapadokya'dadır.
Sinasos "güneşin şehri" anlamındadır.
Ürgüp'e 6 km. uzaklıktadır.
Günümüzdeki ismi Mustafapaşa'dır.

1920'lere kadar nüfusunun çoğunluğu Rum'dur.
O dönemde 3000 nüfuslu bir yerleşim yeridir.
Müslüman ve Ortodokslar bir arada yaşarlar.

20. yy'ın başında burası tipik bir iç Anadolu kentidir.
Geleneksel meslekleri havyarcılıktır.
Bu işlerini İstanbul'da icra ederler.
Çiroz, sardalya, lâkerda, havyar üretirler.
Kazandıkları para ile köylerini güzelleştirirler.

Rumlar mübadeleye kadar buradadırlar.
1924 mübadelesi ile Yunanistan'a gönderilirler.
Oradan gelen mübadiller de buraya yerleştirilirler.

Mustafapaşa Belediyesinde bir tablo vardır.
Sanatçı Dimitrios Katsikas tarafından yapılmıştır.
Onun tarafından Belediyeye hediye edilmiştir.
Ortodoks bir ailenin mübadelede kent'ten ayrılışını gösterir.
Müslüman komşularıyla vedalaşmasını anlatır.
Duygulu ve de anlamlı bir biçimde...

Kentin çevresi bir peri masalı gibidir.
Kentin dokusu ve taş evleri özenle yapılmıştır.
Kent'i dolaşmak büyük bir keyiftir.
Çevrede yüzlerce kaya kilisesi ve manastırlar vardır.
Bunlar din adamları adına yapılmıştır.
Aziz Vasilos Kilisesi, Eleni Kilisesi görülmeye değer.
Mehmet Şakirpaşa Medresesi de görkemli bir yapıdır.

Yakın bir geçmişte bu kentte bir TV dizisi çekilir.
"Asmalı Konak" başlığı ile.
Ülke çapında büyük ilgi görür bu dizi filim.

Mustafapaşa kenti birden ünlenir.
Yurdun çeşitli yerlerinden ziyaretçiler gelir.
Otobüsler dolusu...
Gelenlerin tek amacı vardır.
Filimde gördükleri konağı dolaşmak, sanatçılarıyla tanışmak.
Gelirler, konağı gezerler.
Fotoğraf çektirirler ve giderler.

Hiçbiri çevreye ilgi duymaz.
Saklı Vadi'ye gitmez.
Bebek Müzesi'ni gezmez.
Kentin geçmişini anlamaz.
Kentin geçmiş kültürünü öğrenmez.
Belediye'nin bir odasında saklı Katsikas'ın tablosunu görmez.
Sanatçının anlatımına hiç mi hiç kafa yormaz...


5 Mayıs 2009 Salı

BİR TABLO'NUN HATIRI...


Vakıflı Köyü, Hatay'dadır.
Samandağ ilçemize bağlıdır.
Portakal, limon bahçeleri içerisinde şirin bir köydür.
Özelliği, Türkiye'nin tek Ermeni köyü olmasıdır.

Ermeni vatandaşlarımız uzun yıllardan beri bu köyde yaşarlar.
Hatay'ın Türkiye'ye katılımını desteklemişlerdir.
Yanındaki Türkmen köyleriyle birlikte huzur içerisindedirler.

Hatay gezimizde bu köyümüzü ziyaret ettik.
Tertemiz, pırıl pırıl bir köy.

Organik tarım yapıyorlar.
Narenciyelerinin ünü Avrupa'ya ulaşmış.
Yılda 1 milyon Euro'dan fazla ihracat yapıyorlar.
Nüfus başına düşen gelirde Türkiye'nin en önde gelen köyü.

Beğeniyle dolaştık bu köyümüzü.
Limon ve portakal çiçeklerinin doyumsuz kokuları arasında...

Grubumuzda sanatçı bir arkadaşımız vardı.
Sevgili Ali Osman Coşkun.
Kendisi ressam.
Yağlıboya, akrilik tablolar yapıyor...

2000 yılında bir sergi açmış.
İstanbul'da, Elhamra Sanat Galerisi salonlarında.
Sergiyi düzenleyen Ecz. Hagop Kartun isimli bir yurttaşımız.
Ressam arkadaşımız, köye ulaştığımızda anımsadı Hagop'u...

Hagop, Vakıflı köyündendi.
Hagop'un belki bir tanıyanı filân olabilirdi.
Bir görebilseydi.
Veya birisi selâmını iletse iyi olacaktı...

Onu sormak için köyün Kilisesine yöneldi.
Kilise'den içeriye doğru  girdi.
İlk karşılaştığı kişi.
Hagop oldu, bu büyük bir rastlantı idi...

Hasretle kucaklaştılar, hâl hatır sordular.
Hagop, eski dostunu alıp evine götürdü.
Ev yapımı boğma rakı içtiler.
Hasret giderdiler...

Bizler köyü dolaşırken.
Köyün geleneklerine göre.
Konuk, "duvarlara tutunacak hale gelmeden" salınmazdı.
Ancak vakit çok kısaydı.
Ve Ali Osman arkadaşımız halâ ayaktaydı...

Hagop, İstanbul'un karmaşasından bıkmıştı.
Ayşe isminde bir Türk kızı ile evlenmişti.
Bir de bebekleri olmuştu.
Gelip, Vakıflı köyüne yerleşmişlerdi.
Artık yaşamlarını bu sakin ortamda sürdürüyorlardı...

Bizler de köy gezimizi bitirdiğimizde.
Karşılaştık Hagop kardeşimizle.
Elinde kocaman bir akrilik boya tablo vardı.
Sergi sonrasında Ali Osman arkadaşımız armağan etmişti...

Hagop da evinin bir köşesine asmıştı.
Tablo'nun öyküsünü anlattı bize Hagop...
Öylesine candan, öylesine içten ki...
Acı bir kahvenin bile kırk yıl hatırı olurdu.
Bir Tablonun nasıl olmasındı ki...