Ben giderim Batum’a
Batum’un batağına
Bahçenizden içeri
Al beni otağına
Nazlı yarim geldim sana
Fistanını toplasana
Kemençeler çalınıyor
Bize horun oynasana...
Batum’un batağına
Bahçenizden içeri
Al beni otağına
Nazlı yarim geldim sana
Fistanını toplasana
Kemençeler çalınıyor
Bize horun oynasana...
............
Güneş pembe bulutların ardında ilk ışıklarını nazlı nazlı gösterirken başladı gezimiz...
Akşam, kıpkızıl gökyüzünde son ışıklarını yollarken biz henüz Borçka’yı arkamızda bırakmıştık ve daha gidilecek en az üç saatlik yolumuz daha vardı.
Macahel veya yeni ismiyle “Camili” Türkiye’nin en kuzey doğu köşesinde, Artvin ili içerisinde ve Gürcistan sınırı üzerinde yer alan minik bir yerleşim yeri. Doğal güzellikleriyle ünlü... Macahel, zamanında Batum’un 21 köyünden birisi imiş. Günümüzde Batum’un beş köyü Artvin sınırları içerisinde bulunuyor. 16 köy ise Gürcistan’da kalmış. Amacımız, Otingo ormanları içerisinden geçerek, bir zamanlar Batum’un köylerinin yaylası olan “Beyazsu” yaylasına ulaşmak. Gece karanlığında, bozuk bir yolda ilerleyerek yoğun orman dokusu arasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. 45 km .lik yol 3.5 saatte bitiyor ve önce Beyazsu yaylasına ismini veren ve 2800 m .den büyük gürültü ile çıkan derenin suyu bize “hoş geldin” diyor. Yaylaya ulaşıp arabamızdan indiğimizde bu kez de simsiyah gökyüzünden milyarlarca yıldız bizi selamlıyor... Kalacağımız yayla evinin sahibi Hızır Bey bizi içtenlikle karşılıyor ve “acıkmışsınızdır” diyerek özenle hazırladığı akşam sofrasına davet ediyor. Konuk evinde, Malkara’lı bir doğa düşkünü gezginle tanışıyoruz. Yanındaki rehberi ile birlikte ayni gün Macahel’den Beyazsu yaylasına, Gorgit ormanları içerisinden geçerek ve 7.5 saat yürüyerek çıkmışlar. Güzellikleri anlata anlata bitiremiyorlar. Biz ise karanlıktan daha henüz çevreyi bile göremedik... Her şeyi sabaha bırakıp, yol yorgunluğunu atmak istiyoruz. Hava çok güzel. Ben, açık havada uyku tulumum içerisinde yatmak istiyorum ama “Doktor adam dışarıda mı yatarmış...” diyerek isteğime karşı çıkıyorlar. O güzelim havada ve yıldızların altında yatmak varken, tıkışıyoruz çam kokulu ahşap bir odanın karanlıklarına...
Sabah gün doğmadan kalkıyorum. Buralarda gözünü açan kişinin ilk yaptığı iş, dışarıya çıkıp havayı koklamak. Günün planlaması havaya göre yapılıyor çünkü... Hava serin ve koyu lacivert gökyüzünde tek bulut yok. Bu iyiye işaret. Gün iyi geçeceğe benziyor... Başımı çevirdiğimde inanılmaz bir yüce dağ silsilesi ile karşılaşıyorum. Yükseklikleri 3000 m .yi geçen Karçhal dağları hemen yanı başımda duruyor. Nasıl da mağrur, nasıl da gururlular... Gün, henüz dağlardan başını kurtarıp ilk ışıklarını bizlere ulaştıramamış. Limonata gibi bir serinlikte ve yarı aydınlıkta, ileride ormanlarla örtülü ard arda sıralanan dağ gruplarına bakıyorum. Hızır Bey yanıma yaklaşıp, çok yakındaki bir tepeyi ve onun üzerindeki beyaz bir kulübeyi gösterip, oranın “Gürcistan sınır karakolu” olduğunu söylüyor. Şaşırıyorum. Kuş uçuşu 4 km ya var ya yok, o kadar yakın... Daha yüksekçe bir tepeye çıkıp, etrafı tanımaya çalışıyorum. Çevrede geniş çimen düzlükler ve yakın bölgede mavi-mor sıra dağlar var. Hemen arkamda ise yalçın kayalıklı Karçhal’lar... Hangi sivrinin zirve olduğunu kestiremediğiniz 5 tane görkemli, dik kayalık...
O kadar güzeller ki gözlerimi ayıramıyorum. Neyse ki Hızır Bey kuşluk beslenmesi için çağırıyor. Büyük bir iştahla süt, kuymak ve bal’dan oluşan kahvaltımızı yapıyoruz. Bu arada güneş doğuyor. Etraf daha aydınlanıyor. Çevrenin anatomisi daha iyi algılanıyor.
Vakit kaybetmeden yola koyulmamız gerekiyor. Sis’e yakalanmamak için gerekli bu... Bugün zorlu bir
parkuru geçip, “Yıldız Gölü”ne gideceğiz. Rehberimiz yok. Yol tarifi alıp, yürüyüşe başlıyoruz. Önce düzgün çimenli bir düzlükten geçip, sonra yanlamasına geçitleri aşıyoruz.
parkuru geçip, “Yıldız Gölü”ne gideceğiz. Rehberimiz yok. Yol tarifi alıp, yürüyüşe başlıyoruz. Önce düzgün çimenli bir düzlükten geçip, sonra yanlamasına geçitleri aşıyoruz.
Bu arada doğanın bizler için hazırladığı bir gösteriyi izliyoruz. İleride Gorgit ormanları üzerinde kısa bir yaz yağmurunun oluşturduğu enfes gökkuşağını büyük bir heyecanla görüyor ve resimliyoruz. Daha sonra, bize tarif edilen iki boğazı da arkada bıraktıktan sonra Salerno Deresi boyunca 60-70 derecelik zorlu bir yokuşu zik zaklar çizerek tırmanıyoruz. Bu arada değişik yüksekliklerde farklı çiçeklerle karşılaşıyoruz. Sarı ile beyazın bu kadar güzel uyuştuğu, pembe ile morun bu kadar güzel anlaştığı ve yeşil ile mavinin bu kadar güzel uzlaştığı isimsiz çiçekleri arkamızda bırakarak kısacık çimenlerle ve rengarenk çiçeklerle kaplı bir düzlüğe ulaşıyoruz. Buradan aşağıya baktığımızda yalçın kayalıkların tabanında yerleşmiş turkuvaz renkli minik bir krater gölü ile karşılaşıyoruz. Görmeyi amaçladığımız “Yıdız Gölü”... Rengi, tonu ve koyuluğu sürekli değişiyor. Birazdan hafif bir meltem çıkınca bu göle neden Yıldız Gölü dendiğini daha iyi anlıyoruz. Rüzgarla üzerinde oluşan minicik çırpıntılar, güneş ışınlarını yansıtarak inanılmaz bir yıldız pırıltısı sunuyorlar... Herhalde kapalı bir havada bu gösteriyi izleyemezdik diye düşünüyoruz. İçimizden buralardan ayrılmak gelmiyor. Yakın tepelerden birinden ve 360 derece açıdan, Karçhal silsilesini sonsuza kadar seyrediyoruz. Sonra göl kenarına inip bir süre soluklanıp, dönüş yoluna koyuluyoruz. Ayni yolları izleyerek, ayni keyifli renk dokusu arasından geçerek 7 saat sonra akşam serinliğinde ve yorgun biçimde Yaylaya dönüyoruz.
Dağların ardında gün batımını seyretmek ve yorgunluğumuzu atmak için akşam üzeri yaylada yerimizi seçiyoruz. Güneş gökte alçaldıkça serinlik daha da artıyor, üzerlerimize bir şeyler almak zorunluğu doğuyor. Köylülerle sohbet ederken bölgedeki Gürcü lisanındaki isimlerin çokluğu dikkatimizi çekiyor. Yaşlı köylülerin çoğu, çok iyi anlaşamasalar da Gürcülerle konuşabildiklerini söylüyorlar. Bu arada Otingo vadisi üzerinde ve sıra dağların ardında gün yavaş yavaş kaybolurken kuvvetli bir rüzgar ortaya çıkıyor. Vadinin derinliklerinde bulutlar birikiyor. Bu kötü havanın habercisi... En azından hava sonraki gün, bugünkü kadar güzel olmayacak.
Akşam yemeğinde kara lahana yemeği ve pilav yiyoruz. Yanında kavun, karpuz da cabası...
Yorgunluktan erkenden odalarımıza çekiliyoruz. Gece çinko damda yağmur damlalarının sesi ve gök gürültüsü sessizliği bozuyor. Sabah yoğun bir sis bulutu içerisinde gözlerimizi açıyoruz. Küçücük pencereden hiçbir şey görünmüyor. Yerler ıslak. Hızır Bey’in evinde yer minderi üzerinde kahvaltımızı yaparken planımızı değiştiriyoruz. Oradan ayrılıp, Kaçkar dağlarının güney yamaçlarına gideceğiz. Orada havanın açık olacağını düşünüyoruz. Halbuki burada daha görecek, dolaşacak ve yapacak çok şey vardı... Hızır Bey’e veda edip ayrılırken, güneşin çıkması ve havanın biraz ısınmasıyla sis bulutu yavaş yavaş yükseliyor. Yola koyulup yayladan aşağı hareket ettiğimizde, bulutlarla ormanın oynaşısını önce uzaktan sonra da yakından, büyük bir hayranlıkla izliyoruz. İnanılmaz hareketli bir gösteri bu... Yeşille beyazın ve sis kümeleri ile ulu ağaçların bir rapsodisi, mistik bir birleşimi.
Yolumuza devam edip, bir gece önce içerisinden geçerken göremediğimiz Otingo ormanları ve vadisini bu kez içimize sindirerek yaşıyoruz. Yanı başımızda çağlayarak akan coşkun bir dere ve Ormanın derinliklerinden gelen tılsımlı bir koku... Zaman zaman durarak doğayı derinliğine gözlemleyip, yaşıyoruz. Sonunda Borçka’ya ulaşıp, bu vadilerin sularıyla beslenen Çoruh nehrinin azgın ve çamurlu sularıyla birleşip güneye doğru yolculuğumuza başlıyoruz.
6 Ağustos 2005
.
.