YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

7 Eylül 2010 Salı

ABDİGÖR KÖFTESİ...


Süleyman’ı çoğunuz tanımazsınız.
Strabon gezi grubumuzun Başkanıdır.
Çok iyi tarih ve coğrafya bilgisi vardır.
Bildiklerini neşe içinde bizlere aktarır.

Kendisi Hatay’lıdır.
Oranın güzel yemekleriyle beslenmiştir.
Bu beslenmenin hakkını da vermiştir.
Kalıbının adamı, yiğit bir neferdir.

Hem enine, hem boyuna gelişmiştir.
Siz buna üçüncü bir boyut daha ekleyebilirsiniz.
İştahlıdır.
Her oturuşta iki kişilik yer.

Yine Süleyman’ın önderliğinde yaptık.
Son Van gezimizi…

Süleyman, ikinci gün tutturdu.
Doğubeyazıt’a gideceğiz” diye.
Dur bre yapma, etme” dedik.
Otobüsümüz ertesi sabah hareket etti.
Biz “Van nire, Doğubeyazıt nire” diyene kadar…

Meğerse Doğubeyazıt’ın köftesi meşhurmuş.
Adına da “Abdigör Köftesi” deniliyormuş.
Buralara gelinip de gidilmezmiş.
Abdigör Köftesi” yenilmeden…

Otobüste 35 kişiyiz.
Serhat ellere ilk kez gelmişiz.
Uyduk imama.
Sabahın erinde koyulduk yola…

Kuzeye doğru yol aldık.
Çaldıran ovasını arkada bıraktık.
Tendürek geçidini aştık.
2644 metreden geçtik.

Tendürek dediğin yüce bir dağ.
Kara kara lavlar akıtmış bir zamanlar.
Bunlar olduğu gibi duruyor.
Şimdi Tendürek’in eteklerinde…

Aşıtı geçiyoruz.
Muhteşem bir dağ selamlıyor bizi.
Tepesindeki bembeyaz saçlarıyla.
Ve 5167 metre yüksekliğiyle…

Abdigör’ü unutuyoruz.
Seyreyliyoruz Ağrı dağı'nı.
Doruklarındaki görkemli görüntüsüyle.
5167 metrelik yükseltisiyle…

Sonra ver elini Doğubeyazıt.
Doğu’nun da doğusunda.
Çıkıştan önce son sınır beldemiz.
Gürbulak sınır kapısından evvel.

Abdigör Köftesi” yiyeceğiz.
Oldukça zahmetliymiş yapılması.
Kemiksiz etten yapılırmış.
Kuzu, oğlak veya dana etinden…

Taze et iki saat dövülürmüş.
Bir tokmak ile taş üzerinde.
Hamur haline getirilirmiş.
Baharat ve haşlanmış pirinçle yoğrulurmuş.

Pilav üzerine konulurmuş.
Kocaman köfteler
Sonra da servis edilirmiş.
Kifta evdigor” olarak.

Rivayet o ki Çolak Abdi Paşa’dan almış.
Abdigör Köftesi” ismini.
Abdi Paşa, İshakpaşa Sarayını yaptıran zat.
1635’de Doğubeyazıt Sancak Beyi.

Ama Abdi Paşa’nın bir kusuru var.
Et yiyemiyor, midesinden rahatsız.
Yörede hayvancılık gelişmiş.
Et’ten başka yiyecek bulmak zor...

Aşçılar seferber oluyor.
Eti farklı bir biçimde işliyorlar.
Paşa’nın midesine göre hazırlıyorlar.
Afiyetle Abdi Paşa’mıza yediriyorlar.
İsmi kalıyor “Abdigör Köftesi” olarak…

Köftemizi yedik.
Sarayı görelim istedik.
Çolak Abdi Paşa’nın başlattığı.
İshak Paşa’nın ancak 99 yıl sonra bitirdiği.

Saray Doğubeyazıt’tan 9 km. yukarıda.
Kuş yuvası gibi bir yerde.
Dağların arasında, ovaya hakim.
Görkemli bir Saray.

Taş işçiliği, muazzam bir yapı.
İçinde her şey var.
Kalorifer donanımı dahil…

Gezdik “Abdigör Köftesi” yeme bahanesiyle.
Bu görkemli Sarayı.
Ağrı dağı seyri de bonus’u oldu.
Süleyman’ın iştahı sayesinde…

"Selekli Saç Kavurma"sı da meşhurmuş.
"Gosteberg Buğulama"sı da Doğubayazıt’ın.

Bunları da muhakkak tatmak isteyecektir.
Elbet bir gün Süleyman.
Anlayacağınız iki seferimiz daha olacak.
Doğubayazıt menziline…

Doğubeyazıt gezi fotoğraflarım:
https://photos.google.com/share/AF1QipNOIW7ULhKL1TANPrijX5W0ofSvkzQvhlLCq8GZ4YvsN5AHPdjMbCpBstPNkll7Nw/photo/AF1QipNAaHycXMNngk1sD9GovuYmNH6LwbmBAr8Hio74?key=TXozQnZNeF9iY3BfcWs3YXptWWI1NHF6QmhsSHR3

.

.

5 Eylül 2010 Pazar

DÜNYADA VAN...


Giderem Van’a doğru
Yolum İran’a doğru
Kes başım kanım aksın
Kadir bilene doğru

Ereg’in karı menem
Gün vursa erimenem
İstersen gücen bana
Men sana gücenmem


*******

Van, en doğudaki 6 ilimizden bir tanesi.
Ülkemizin en büyük gölü ile ünlü.
Turkuaz renkli Van gölü'yle…

Geçen hafta buraya bir gezi yaptık.
Üç günlük bir gezi.
Doğal olarak tüm Van’ı görmek için yeterli değil.
Bunca kısa bir süre…

Yüksek bir rakıma sahip burası.
Biri birinden güzel dağlara.
Ve görülesi bir coğrafyaya.

4000 yıl önce Hurri’ler yerleşmişler buraya.
Sonra Urartu’lar, Med’ler, Pers'ler, Sasani’ler.
Emevi’ler, Abbasi’ler, Selçuklu’lar, Osmanlı’lar.
Ve en sonunda da Türk'ler…

Tarihe tanık oluyorsunuz.
Issız bir coğrafyada.
Nefis bir iklimde.
Ve dünya iyisi insanlarıyla…

Görkemli dağlar, gürül gürül akarsular.
Yemyeşil ovalar, masmavi bir deniz.
Lacivert bir gök, bembeyaz bulutlar.
Sarı bir toprak ve kıpkırmızı bir gün batımı.

Tüm renkleri görüyorsunuz.
Sessizliği yaşıyorsunuz.
Serinliği hissediyorsunuz.
Tarihle iç içe oluyorsunuz.

Canavarıyla, çayıyla ve nefis kahvaltısıyla,
Otlu peyniri, inci kefali ve mavi deniziyle,
Camisi, türbesi ve ünlü kalesiyle,
Kilimi, kilisesi, ve renkli gözlü kedisiyle…

Ne kadar anlatsak anlatamayacağız Van’ı.
Ama bakın Evliya Çelebi de anlatmış.
400 yıl kadar önce bu diyarları:
Sanki bu günkü gibi :

Van Deryasının vasıfları

Bir göldür ki hiçbir denizle bağlantısı yoktur. Suyu zehirden acı olup, doğudan batıya uzunluğu altmış sekiz mildir. Kışın çok şiddetli dalgalanır. Etrafında dokuz aded kale vardır. İçinde iki büyük ada vardır. Birine “Ahdimvar” adası dirler ki sağlam bir kalesi ile eski bir kilisesi vardır. Diğerine “Ahtamar” adası derler. Güzel bir limanı vardır. Göle her taraftan küçük, büyük yetmiş kadar nehir dökülür.

Kuzeyden “Bendi mâhi” nehri Van gölüne girer. Bir boğaz içinde akar. Aşağı kısımda acı olur. Ama yukarı kısımları tatlıdır. Yılda bir gün Allah’ın emri ile Van gölünün balıkları bu dereden yukarıya, tam bir ay binlerce büyük, küçük balıklar geçip (Bendi mâhi ziyareti) denilen ziyaret yerinde balıklar birikir. Oranın su otlarından, eğri köklerinden otlayıp, güya o zatı ziyaret ederler.

Allahın hikmeti göle bu kadar sular karışır da ne bir katre çoğalır, ne de azalır. Suyu zehir gibi acıdır. İnsan taharet etse abdest yerini yakar. Değme kimse acısına dayanamaz. Garip bir sudur ki bu gölün etrafında oturanlar, bu suda giyeceklerini yıkadıklarında asla sabun kullanmaya ihtiyaç duymazlar. Suyunda o kadar saf, beyaz ve temiz olarak çamaşır yıkanır ki bezler pamuk gibi olur.

Süphan dağı, kuzeyde göğe yükselmiş bir dağdır. Filozof Batlamyos’un dediğine göre yeryüzündeki kırk sekiz büyük dağdan biri de budur. Bu yüksek dağ üzerinde Yahudi kavmi çıksa Allahın emri ile ödleri patlar. Bu dağda otlayan hayvanların çoğu çift kuzular.

Van Kayası’nın güneyi, batısı ve kuzeyi Van gölü ile çevrilidir. Kıble, doğu ve yıldız tarafı irem bağı gibi bir sahranın ortasındadır ki kale bu ortada yüklü olarak çökmüş deve gibi durur.

Bu kaya, çökmüş bir deveye benzetilirse başı doğu tarafında olup, asla top ermez gülle gibi kayalar vardır. Devenin kıç tarafı Van gölü tarafına ve batıya bakar. Bu deve kıçına benzeyen yerden, üç bin altmış adım yükseklikteki kayalar üzerine korka korka tam bir saatte çıktık.

Van kayası
altından pınarlar çıkar. Hor hor denilen yerde, değirmen döndürecek güçte su vardır. Kalenin en yüksek yerinden Hor hor suyu kayasına ince, bin basamaklı taş merdiven ile inilir.

Bu kalenin şehre bakan kıble tarafında düzce bir kayanın ortasında, kayayı dört köşe halinde parlatıp, ibretle okunacak yazılar yazmışlar ki rumuz ve işaret şeklinde olduğundan okuyamadım.

Hüsrev Paşa
camiinin bütün kubbeleri ve odaları mavi kurşunla örtülü, nurlu bir camidir. Halis altınla kaplanmış alemleri, güneşin ışığı ile öyle bir parlaklık saçar ki, insanın gözlerini kamaştırır.

Van kalesinin kıble tarafında Edremit şehrine kadar uzanan Van ovası bağ, bahçe ve gülistanlıktır. Bu bağlara insan girse kaybolur. Her bağda birer pınar, havuz ve şadırvan vardır. Yine her birinde şirin bir köşk bulunur.

Buranın halkının lisanı özel bir lehçedir ki hiçbir diyarın lisanına benzemez. Yaşlı erkeklerin yüzlerinin rengi buğday rengindedir. Gençleştikçe hiddetli, cesur ve yiğit olurlar. Yeni yetişenleri cenge teşvik ederler. Civan ve gençleri de buğday benizli olurlar. Delikanlıları çoğunlukla ablak, sublak, merâli, gazâli gözlü, şirin sözlü, levend olurlar. Allah biliyor kadınlarını görmedim. Ama güvenilir dostlarımızın söylediğine göre hepsi güzel yüzlü, lütufta eşsiz, ibâdetlerine bağlı imişler. Hele genç kızları baba ve kardeşlerinden başka erkek yüzü görmemişlerdir.

Çörek otlu, has ve beyaz somun ekmeği başka bir diyarda yoktur. Beyaz, gül pembe gibi yufkası, katmer çöreği, kekik böreği pek lezzetli olur”.

Van gezisi fotoğraflarım:

https://photos.google.com/share/AF1QipNwbKZvygYrZVCL51WUFk-XxXasbIj6AcL9hlkjoAMhClGoC6xrnBR6HBVsv4QRmg/photo/AF1QipPSuhqk4g6zZXHMdl70U1M4-MKamBKG5oD7kQFO?key=Xy01ZWZGYXQ5OEd6VmhwWWVxYWk3ajhIOFVCTDZR

.

31 Ağustos 2010 Salı

ARGİŞTİ'NİN BLOĞUNDA...



Bunca yıllık blog yazarıyım.
Böylesini ne görmüştüm.
Ne de duymuş…

Adam Van’da bir blog oluşturmuş.
Tabii Van’da imkânlar kısıtlı.
Commodore 64 daha Van'a gelmemişken.
Hatta İsa bile daha dünyayı teşrif etmemişken...

MÖ 700’de.
Günümüzden 2700 yıl önce.
Kim mi?
Kral Argişti...

Argişti, boş bir alan yaratmış önce.
Van kalesinin kayalıklarında.
Tabii Disket de, CD’de yok, DVD’de.
Lazer ise hak getire…

Şimdiki güzel, okunaklı font'lar da yok.
Google’dan aramışlar.
Tekdüze çivi yazısı benzeri bir font bulmuşlar.
Kral söylemiş.
Teknisyenleri copy-paste ile yapıştırmışlar.
Van kalesi'nin güney kayalıklarına…

Menua oğlu Argişti” diye başlamış.
Yüce Tanrı Haldi için bu yazıtı tesis etti” 
Demiş.
Ve eklemiş:

Tanrı Haldi’nin yüceliği ile Menua oğlu Argişti”.
Güçlü kral, büyük kral...
Biainili ülkesinin kralı, krallar kralı”.
Tuşpa kentinin yöneticisi...

Tuşpa dedikleri bugünkü Van.
Tabii blog sahibi Urartu Kralı ise,
Ve de herkesçe tanınıyorsa.
Gerek yok Blog’da özgeçmişe.
Fotoğrafa da, resime de...

Sonra da yaptıklarını anlatmış.
Bir "günlük" oluşturmuş.
Yani, bir internet günlüğü...
Günümüzde buna “blog” deniliyor.

Ne yapsın koca Kral Argişti.
Döneminde internet vardı da.
O mu kullanmadı internet’i.
Yazdırmış da yazdırmış kayalıklara...

Hükmeden yüce Tanrı 
Haldi’ye yalvardım”.
O yılda ordumu tekrar topladım ve…
"Diauehi ülkesine ve kralı Mannudubi’ye 
Karşı sefere çıktım”.

Tabii blog yazarı bizim gibi.
Sıradan birisi değilse.
Ve bir Kral ise.
Yazacak çok şey var haliyle:

19.255 erkek çocuk, 
10.140 canlı savaşçı, 23.280 kadın”.
Toplam 52.675 kişiyi o yıl tutsak aldım...
Bazılarını katlettim 
bazılarını canlı olarak götürdüm”.
1104 at ve 35.015 büyük boynuzlu ve...
1829 küçük boynuzlu sığırı ülkeme taşıdım...
Ve bütün bunları Tanrı Haldi için 
bir tek yıl içinde başardım...”.

İşte günlük dediğin böyle anlamlı olacak.
Gezdiğini, gördüğünü, yediğini anlatmayacak.
Yaptığı işi "lâf olsun, torba dolsun" diye yazmayacak.
Yazdığı yazı, ürküttüğü kurbağaya değecek…

Ve ekleyecek:
Biainili ülkesinin gücünü göstermek 
ve düşman ülkelerini zaptetmek 
için İrpuni kentini inşa ettim”.
Ülke yaban idi ve benden önce 
buraya hiçbir şey inşa edilmemişti”.
Burada yüce işler başardım”.
Getirdiğim 6600 savaşçıyı 
buraya yerleştirdim...

I. Argişti önemli 
Bir blog yazarı.
Urartu ülkesini kuran 
I. Sarduri’nin torunu...

Urartu ülkesinin Kralları numaralandırılmış.
Bizim futbolcular “Şenol I, Şenol II” gibi.
Hanedanda var tam 4 tane Sarduri.
3 tane Rusa, 2 tane de Argişti

Tabii amaç blog sitesini ucuza getirmek.
9 tane Kral, tepe tepe kullanıyorsun.
Yüzyıllar boyu.
Eğer "sarduri.com" diye 
Bir Web alanı satın aldıysan…

Kral Argişti.
Bloğunu o kadar uzun tutmuş ki.
Argişti yıllıkları” ismini.
Vermiş bu kayıtlara tarihçiler…

Urartu Kralı I. Argişti.
Bu bloğunu o kadar sevmiş ki.
Vasiyet etmiş oğlu II. Sarduri'ye.
Beni bloğumun altına gömün".
Ölürsem de kabrime gelmeyin…” diye.

Öyle de yapmış oğlu II. Sarduri.
Babası için bir mezar oluşturmuş.
Salon-Salomanje 6 gözlü bir mezar.
Kenardan da olsa denizi görüyor…

Zaman içinde mezarın içi boşaltılmış.
Soyguncular, arkeologlar tarafından.
Şimdi "Van" kalesinde bulunuyor.
Bu bom boş mezar...

Bloğa giriş yasaklanmış günümüzde.
Demir parmaklıklar konulmuş girişe.
RTÜK tarafından.
Ancak bekçiden MSN şifresini alarak girebiliyorsunuz…

Kahrolsun yoksulluğun gözü.
Argişti, Bloğunu bir USB'ye kaydedememiş.
Ama kayalara öyle bir formatlamış ki.
2700 yıldır duruyor öylece Van kalesi duvarında..
Aldırmadan soygunculara, arkeologlara…

Günde en az 30-40 ziyaretçisi var bu sitenin.
Yurt içinden, yurt dışından geliyorlar.
Gelip, şöylesine bir bakıyorlar bu bloğa.
İneğin baktığı gibi buzağısına.
Pek anlamasalar da…

Siz de ziyaret edin bu blog sitesini.
Oldukça uzun uzadıya metinler.
Zaten yok işe yarar bilgiler de içinde.
Beğenmezseniz basarsınız “delete” düğmesine…

Blog Urartu çivi yazısı ile yazılmış.
Anlamasanız da dert değil.
Ağrı’dan, Patnos’dan çocuklar var.
Anlatıyorlar size istediğiniz dilde.
TürkçeAlmanca, İngilizce.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

CİTTASİNOP...



Cittaslow” yeni bir kavram.
Citta” İtalyanca şehir anlamında.
Slow” da İngilizce yavaş karşılığında.
Cittaslow, “yavaş şehir” anlamında kullanılıyor.

Bu kavram on yıl önce İtalya’da ortaya çıktı.
Kentlerde yeni bir yaşam şekli felsefesi…

Bütün şehirlerin ayni olmasına karşı bir kavram.
Kentin özgünlüğünü sergilemek.
Amaç, bir çeşit “butik kent” oluşturmak.
Ve bu şehirde keyifle yaşamak...

Kentin tarihi dokusuna sahip çıkmak.
Kültürünü yaşatmak.
Çağdaşlaşmaya bir ölçüde engel olmak.
Yerel ürünleri tüketmek…

İlk Cittaslow kenti 1999’da ortaya çıktı.
İtalya’da.
Toscana’nın Chianti kentinde.
Ardından da İngiltere, Galler ve Almanya’da…

Kalabalık şehirler bu kategoriye giremiyor.
Öncelikle nüfusun 50 bin’in altında olması gerekiyor.
Kent merkezinde trafiğin olmaması gerekiyor.

Bu kentlerde yarış atları gibi koşturmuyorsunuz.
Az çalış” bu kentlerin temel felsefesi.
Kirliliklerin tümünden arınmış bir kent amaçlanıyor.
Gürültü, görüntü ve hava kirliliğinden…

Cittaslow olmak kolay değil.
Bir “Cittaslow” olabilmenin kriterleri var.
En azından yerine getirilmesi gereken 60 tane kriter.

Bunları temin etmiş iseniz başvuruda bulunuyorsunuz.
İtalya’daki birliğe.
Buraya girmek, AB’ye girmekten zor.
Denetlemeleri de aşmak zorundasınız.

Türkiye’den Cittaslow’a ilk aday kent Seferihisar oldu.
İzmir’in gerçekten sevdiğim bu güzel beldesi…
Umarım gerekenleri yaparlar.
Bu birliğe üye olabilirler.

Cittaslow kavramına uygun bir diğer kent.
Kişisel kanımca Sinop’tur…

Nüfusuyla, tarihiyle ve de sükunetiyle.

Öncelikle Diyojen’in bir kentidir burası.
Büyük İskender gibi bir komutana
Gölge etme, başka ihsan istemem” diyebilen.
Bir felsefeye sahip halkıyla…

Günümüzde bile çok bozulmuş değildir Sinop.
Sanayi girmemiştir bu kente.
Bir uçtan bir uca yürüyerek gidebilirsiniz.
Arasanız bir tane bile trafik lâmbası bulamazsınız…

İnsanlar gerçekten yavaş yaşarlar burada.
Çoğunluğu emekli olan Sinop’lular.
Sevecen, saygılı, mutlu, sakin Sinop’lular.
Balık tutup, rakılarını yudumlarlar...

Çoktandır zaten Cittaslow kentidir.
Bu özellikleriyle Sinop.
Cittaslow birliğinden henüz haberi olmasa da…

CİTTASLOW...


Cittaslow” yeni bir kavram.
Citta” İtalyanca şehir anlamında.
Slow” da İngilizce yavaş karşılığında.
Cittaslow, “Yavaş şehir” anlamında kullanılıyor.

Bu kavram on yıl önce İtalya’da ortaya çıktı.
Kentlerde yeni bir yaşam şekli felsefesi…

Bütün şehirlerin ayni olmasına karşı bir kavram.
Gaye kentin özgünlüğünü sergilemek.
Amaç, bir çeşit “butik kent” oluşturmak.
Ve bu şehirde keyifle yaşamak...

Hedefler, kentin tarihi dokusuna sahip çıkmak.
Kültürünü yaşatmak.
Çağdaşlaşmaya bir ölçüde engel olmak.
Yerel ürünleri tüketmek…

İlk Cittaslow kenti 1999’da ortaya çıktı.
İtalya’da.
Toscana’nın Chianti kentinde.
Ardından da İngiltere, Galler ve Almanya’da…

Kalabalık şehirler bu kategoriye giremiyor.
Öncelikle nüfusun 50 bin’in altında olması gerekiyor.
Kent merkezinde trafiğin olmaması gerekiyor.

Bu kentlerde yarış atları gibi koşturmuyorsunuz.
Az çalış” bu kentlerin temel felsefesi.
Kirliliklerin tümünden arınmış bir kent amaçlanıyor.
Gürültü, görüntü ve hava kirliliğinden…

Cittaslow olmak kolay değil.
Bir “Cittaslow” olabilmenin kriterleri var.
60 tane kriter.
En azından yerine getirilmesi gerekli 60 kriter.

Bunları temin etmiş iseniz başvuruda bulunuyorsunuz.
İtalya’daki birliğe.
Buraya girmek, AB’ye girmekten zor.
Denetlemeleri de aşmak zorundasınız.

Türkiye’den Cittaslow’a ilk aday kent Seferihisar oldu.
İzmir’in gerçekten sevdiğim bu güzel beldesi…
Umarım gerekenleri yaparlar.
Bu birliğe üye olabilirler.

Cittaslow kavramına uygun bir diğer kent.
Kişisel kanımca Sinop’tur…

Nüfusuyla, geçmiş tarihiyle, kültürüyle ve de sükunetiyle.

Öncelikle Diyojen’in bir kentidir burası.
Büyük İskender gibi bir komutana
Gölge etme, başka ihsan istemem” diyebilen.
Bir felsefeye sahip halkıyla…

Günümüzde bile çok bozulmuş değildir Sinop.
Sanayi girmemiştir bu kente.
Bir uçtan bir uca yürüyerek gidebilirsiniz.
Arasanız bir tane bile trafik lâmbası bulamazsınız…

İnsanlar gerçekten yavaş yaşarlar burada.
Çoğunluğu emekli olan Sinop’lular.
Sevecen, saygılı, mutlu, sakin Sinop’lular.

Çoktandır zaten Cittaslow kentidir.
Bu özellikleriyle Sinop.
Cittaslow birliğinden henüz haberi olmasa da…


Sinop fotoğrafları için:
https://photos.google.com/share/AF1QipPliJIziy4C69-dn64Xh1Y4BdWw10d_yBGayh-cE6Emu2RIYmGVuxm2QKRo35pkeg/photo/AF1QipPhcoZwtP-F4-cUyvjj2_QwcM9uDly2WCkkbrZU?key=TllPcE9sMnNLYnB0V1NoaldaQ2JXTVFNd0VoVVhR
.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

YAYLANIN SERİNİNE...


Of-Sürmene yaylası
Onbeş doktora bedel...


........

Ülkemiz bu yıl çok sıcak bir yaz geçiriyor.
Yaz tatilim için Ağustos ayını seçmiştim.
Önce İskenderun’daydım.
Ardından Ankara’ya geldim.
İki yer de inanılmaz sıcaktı…

Ankara’da kardeşim Esra vardı.
Sıcaklara tahammül edemiyordu.
Haydi, seni Samsun’a götüreyim” dedim.
Birlikte Samsun’a geldik.

Ama burada da nemli bir sıcak vardı.
Yapışkan, ıslak ve bunaltıcı bir sıcak.
Durulası değil…

Bu kez başka bir öneri getirdim.
Haydi, birlikte yaylalara gidelim” dedim.

Ertesi gün yola koyulduk.
İlk durağımız Zigana yaylasıydı.
Zigana Tatil Köyü’nde konakladık.
Serin, limonata gibi bir havayı bulmuştuk.

Sonrasında ver elini daha doğudakiler.
Önce Uzungöl, Ayder ve
Ardından Sal ve Pokut yaylaları.

Geceleri ısı 10 dereceye kadar düşüyordu.
Isınmak için her gece soba yakılıyordu.
Geceleri yorgan-döşek yatıyorduk.
Gündüzleri de rüzgarların eşliğinde dolaşıyorduk.

Sonrasında Borçka Karagöl’ü.
Ardından Ovit yaylası.
Sonrasında Cimil ve Anzer yaylaları…

7 gün süreyle hep yaylalarda konakladık.
Suyla, ormanla, yeşille birlikte olduk.
Serinliği iliklerimizde hissettik.
Soğukla karşılandık, yağmurla uğurlandık.

Bodrum’a, Marmaris’e, Antalya’ya gidenler.
Sıcak ayları Karadeniz’de geçirin.
Buranın yeşil yaylalarında…

Yaylalar serin.
Yaylalar yem yeşil.
Yaylalar bom boş.
Sizleri bekliyor.

Terlemeyeceksiniz.
Sıcaktan bunalmayacaksınız.
Garanti ederim.
Bir deneyin…

Bu yazının fotoğrafları için tıklayınız:
https://photos.google.com/share/AF1QipPrxOSiqboCbAW0Np0PL-9kxXePJBhm03qpv9KzQIODz_QXIrtPHpBcNB5TPf0t7g/photo/AF1QipOAGQ3TW-qiWvx9HVUlXU5YUCRLzUfSSPlCOZsp?key=ZE9LcW5oVTVqRnZGT1lOakxGM2ZKZmVzd244T2ZB

.

10 Ağustos 2010 Salı

İSKENDER SAYEK EVİ...


İskender Sayek evi Arsuz’dadır.
İskenderun ilçemizin Arsuz’unda…

Dr. İskender Sayek arkadaşımızdır.
1964 yılından beri.
Ancak bu ev arkadaşımız İskender’e ait değildir.
Onun dedesi olan İskender Sayek’e aittir.

Ev 1890 yılında yapılmıştır.
120 yıllık bir evdir.
Kalın taşlardan yapılmış iki katlı bir binadır.
Geniş, uzun cephesi Arsuz deresi'ne bakar.

Alt katta üç tane oturma odası vardır.
Üst katta da benzeri üç yatak odası.
Bu odalar arkada geniş bir avluya açılır.
Çardaklı, havuzlu, portakal ağaçlı…

Alt kattaki odaların tabanı antik mermerlerle döşelidir.
Üst kattaki odaların tabanı ise kalın lâma’larla.
Avlunun zemini antik kesme mermerlerle kaplıdır.
Avlunun arkasında banyo, mutfak ve depo vardır.

Sayek ailesi 100 yıl bu evde, bu avluda yaşamını sürdürür.
Bina 1990 depreminde zarar görür, boşaltılır.
Torun İskender Sayek tarafından onartılır.
Koruma altına alınır.

Dr. İskender Sayek ve ailesi artık bu evde yaşamıyor.
Arsuz sahilinde yeni bir yazlık yaptırıldı.
Yazın burada yaşıyorlar.

Ama 100 yıllık evi de unutmadılar.
Burası da yaşatılıyor.
Sınıf arkadaşımız sevgili Füsun Sayek anısına.
O’nun istediği biçimde…

Burası bir müze ev şekline dönüştürüldü.
Kışın kalıcı sergilerle görücülere açık.

Yaz aylarında ise şenlikler düzenleniyor burada.
4 yıldır hiç aksatılmadan.
Dr. Füsun Sayek anısına.
Eşi İskender Sayek ve kızları Selin ile Aylin tarafından…

Evin içi ve avlusu doluyor, taşıyor.
Çocuklarla, gençlerle, yaşlılarla…

Klasik müzik konserleriyle, sanat söyleşileriyle.
Sağlık bilgilendirmeleri, konferanslar ve söyleşilerle.
Spor yarışmaları ve sağlık taramalarıyla.
Sergilerle, öğretilerle ve şiir dinletileriyle…

Öylesine görkemli işler yapılıyor ki.
Bu küçücük beldemizde ve İskender Sayek evinde.
Dede İskender Sayek görse herhalde çok şaşardı.
Bu biçimde kullanılacağını 120 yıl önce yaptığı evin...


2010 Füsun Sayek etkinliklerinden bir bölüm fotoğraf:
https://photos.google.com/share/AF1QipPQkKBw6kwHgE_He4GdEc6koN6lFcWuwQV_s9iVvT7fhocRIRrga0JrHGDKlqG_SA/photo/AF1QipOYr71XpyWg_XKYh1Ct2H5-4SFGez-XLi9nLvwO?key=ZkRCbmNkUnVnUEFnY3hGMUI3V0VxYVJTWmhlMHhB

.