YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

30 Aralık 2009 Çarşamba

GAP...


GAP, bizde “Güneydoğu Anadolu Projesi”nin kısaltılmışı.
Bu kısaltmayla Atatürk Barajı ve çevresi tanımlanır.

Almanya’da ise küçük bir yerleşim yerinin plâkası.
Güneydoğu Almanya’da Garmisch-Partenkirchen’in…

Burası Bavyera eyaletinin bir kenti.
Münih’ten 97 km. uzaklıkta.
Avusturya sınırında.

Almanya’nın en yüksek dağının hemen eteğinde kurulmuş.
2936 m. yüksekliğindeki Zugspitze’nin altındaki vadide.
İki yanı dik ve yüksek dağlarla kaplı şirin mi şirin bir kasaba…

Aslında iki yerleşim yerinin birleşmesiyle oluşmuş.
Garmisch ve Partenkirchen’in.
Buda ve Peşte gibi yani...

İsmini Roma dönemindeki yerleşim yerinden almış.
Antik Partanum’dan…
Partanum kenti Venedik ile Münih’i birleştiren yol üzerindeymiş.
Günümüzde kentin ana caddesi olan Ludwigsstrasse bu antik yolun bir kalıntısı.
O dönemlerde burası bir ticaret kenti.

Garmisch
ve Partenkirchen uzun yıllar iki ayrı yerleşim yeriymiş.
Hitler’in emriyle iki belde 1935’te birleştirilmiş.
İsmi Garmisch-Partenkirchen olmuş.
Sonrasında da 1936 Kış Olimpiyatları'na da konukluk etmiş.

Günümüzde ise burası gerçek bir turizm cenneti.
7 ay boyunca kış sporları yapılıyor.
Sezon bittiğinde de her türlü doğa sporları…
Bisiklet, rafting, yamaç paraşütü, yürüyüş ve dağcılık.

Güzel bir kış gününde dolaştım Garmisch-Partenkirchen'i.
Takvim yapraklarındaki, karlı kış görüntüleri eşliğinde.

Şehir, iki katlı, çatılı şirin dağ evlerinden oluşuyor.
Gözü tırmalayan hiçbir yapılanma yok.
Evlerin çoğu pansiyon olarak kullanılıyor.
10.000 civarında yatak var.
Büyük çoğunluğu da aileler tarafından işletiliyor.
Çok sevimli, şirin ve modern pansiyonlar.

Burayı siz de görmek istiyorsanız elinizi çabuk tutun.
Dünya Ski Şampiyonası gelecek yıl burada yapılacak.
2018 Kış Olimpiyatları da burada.
Odaların fiyatı artacak, yer bulamayacaksınız.
Benden söylemesi…

Garmisch-Partenkirchen fotoğraflarım için :
https://photos.google.com/share/AF1QipNIspq-HC_jUvnd4YJewGBCc8xYz34lUtjRErtrA9B0nwFO_a3wm4qSFOfBLkV34Q/photo/AF1QipPJY66EGt29wAgq_3tif8jsmY3IqrMQ5yNzQWvm?key=bm9JUEJBREpGM3lDamJ2bGhYYktOUFl0UElXNnpB&hl=tr

.

28 Aralık 2009 Pazartesi

ALMANYA'DA ZİRVEDEYDİM...


ZugspitzeAlmanya’nın en yüksek dağı.
Burası 2962 m. yüksekliğinde ulu bir zirve.
Münih’ten kuş uçuşu 70 km uzaklıkta.
Bavyera Alplerinde bulunmakta.

Bavyera’lılar dağcı bir topluluk.
Ancak uzun zaman buraya tırmanamadılar.
Çünkü burada “zuggeist” adını verdikleri bir cin vardı.
Bu cin buraya tırmanan her kişiyi aşağıya atıyordu.
Dağların sükunetini bozmak üzere buraya çıkmaya çalışanları...

Aslında Zugspitze ismi bu canavardan kaynaklanmıyordu.
Dik yamaçlarından aşağı düşen çok sayıda çığ(zug)dan alıyordu.

Bu canavar efsanesi 1820’de son buldu.
Bavyera’lı Joseph Naus ve rehberi Georg Tauschl buraya tırmandılar.
Bundan 190 yıl önce.
27 Ağustos 1820’de.

Aylardan Ağustos ayı idi.
Buna rağmen hayalet cin “zuggeist” yine iş başındaydı.
Şimşekler, yıldırımlar ve kar fırtınası vardı.
Bu iki yürekli öncü herşeye rağmen zirveye ulaştılar.
Gece geç vakit köylerine döndüler.
Sağlıklı ama çok yorgun, bitkin biçimde…

Efsane sona ermişti.
Peşinden birçok kişi ayni yoldan zirveye ulaştılar.
1883 de Münchener Haus denilen ilk sığınma yeri yapıldı.
1926’dan sonra da kitleler buraya ulaşmaya başladı.
Çünkü Avusturya’lılar Funiküler bir tren hattı inşa ettiler.

Bavyera’lılar da onlardan geri kalmadılar.
Onlar da 1930 yılında dişli treni kurdular.
Ayrıca zirveye ulaşan başka bir teleferik hattı daha yaptılar.

Zirve'nin sükuneti de ogünden beri bozuk...

Ben de 2009 yılının son günlerinde buradaydım.
Tırmanmak oldukça zor oldu…

Münih’ten buraya dağın eteklerine 45 dakikada geldik.
Lüks bir BMW otomobille ve Otobanı kullanarak.
Sonra istasyonda epey bekledik.
6 istasyonda durduk.
Ancak 45 dakikada teleferik istasyonuna ulaşabildik.
25 dakika kaya tüneli içinde seyrettik.
Son etapta 362 m. teleferik yolculuğu ile zirveye ulaştık.
Zirve’deki modern Kafe’de sıcak kahvemizi içtik.
Apfelstrudel’imizi yedik.
360 derecelik Alp dağları manzaramızı seyrettik.
Sonra ayni sıkıntıları yaşayarak Münih’e döndük.
Bir yorulduk, bir yorulduk ki o kadar olur…

Şaka bir yana çok turist çekiyor burası.
Yılda yarım milyondan fazla turist tarafından ziyaret ediliyor.
Dağın eteğindeki teleferik 10 dakikada sizi zirveye ulaştırabiliyor.
Ancak bizim gittiğimizde çok rüzgâr vardı.
Teleferik güvenlik nedeniyle çalıştırılmıyordu.
Zirvede müthiş bir soğuk vardı.
İnsanı uçuracak kadar da rüzgâr…

Zirveden manzara gerçekten müthiş.
4 ülkenin dağlarını birden görebiliyorsunuz.
Almanya, Avusturya, İsviçre ve İtalya’nın.
400’ün üzerinde zirveyi seçebiliyorsunuz.
Eğer bizim gibi açık bir havada çıkmışsanız...


Zugspitze fotoğraflarım için :
https://photos.google.com/album/AF1QipPhUAptmGZwazL0ax_hPCHfCQImClspls-f3XbV/photo/AF1QipO_FT671L4PIeB6WEBRLZBVUM7EgR5SdI3-MAnL?hl=tr

.

17 Aralık 2009 Perşembe

AJAN'LIĞIM...


.....................................................
Ok gibi doğru olsam, yabana atarlar
Yay gibi eğri olsam, elde tutarlar

Elazığ Atasözü
.....................................................

Uzun ömrümde Ajanlık da yapmadım değil.
Hem de 8 sene kadar.
1998’den 2006 yılına kadar…

Ajanlık” eskiden kullanılan bir terimdi.
Günümüzde bunun için farklı bir tanımlama kullanılıyor.
Spor İl Temsilcisi” deniliyor.
Vilayet’te bir spor dalını yüklenen en üst kişi anlaşılıyor.

1998 yılında Okçuluk Ajanlığı boşalmıştı Samsun’da.
Yani “Okçuluk İl Temsilciliği”.

Okçuluk Federasyonu Başkanı arkadaşımdı.
Prof. Dr. Uğur Erdener.
Şimdilerde Hacettepe Üniversitesi Rektörü.

Uğur ile Hacettepe’den yakın arkadaştık.
Öğrenci Derneklerinde çalışmıştık.
Mantar” dergimizi birlikte çıkartmıştık.
Spora, özellikle Okçuluğa merak sarmıştı.
1993 yılında Okçuluk Federasyonu Başkanı olmuştu.
Başarılı işler yapıyor, güzel işlere imza atıyordu.
Dünya Okçuluk Federasyonu Başkanlığına kadar yükselmişti.

Onun önerisiyle Okçuluk Ajanlığını yüklendim.
Samsun ilinde…

Gel gör ki oku, yayı rüyamda bile görmemiştim.
Üstüne üstlük Samsun bu konuda çok özel bir yerdi.

Amazonlar bu yörelerde yaşamışlardı.
Hani şu ok’u ustalıkla kullanan kadınlar.
Yayı iyi gerebilmek için memelerini kestiren savaşçılar.
Hepsi Termedon nehri kıyılarında yaşamışlardı.
Yani Samsun’un Terme kentinin deresi ve çevresinde…

Ayrıca yıllardır Samsun bölgesi okçulukta çok üstündü.
Özellikle de bayan okçuluğunda.
İki kız kardeş geçmişte birincilikleri hep paylaşmışlardı.
Elif Ekşi ve Huriye Ekşi’ler

Atandığımızda ayağımız uğurlu geldi herhalde.
Göreve başladıktan kısa bir süre sonra büyük bir başarı geldi.

Samsun'lu bayan Sporcumuz Avrupa Şampiyonu oldu.
Deniz Günay Avrupa okçuluk finalinde Ukraynalı sporcuyu geçti.
Bu, Samsunspor’un Avrupa Şampiyonluğunu kazanması gibi bir olaydı.
Deniz, birkaç ay sonra Singapur’da idi.
Dünya Üniversite Oyunlarına katıldı.
Oradan da “Dünya Şampiyonluğu” ile ülkemize döndü.

Bunlara rağmen sporcularımın çalışma koşulları çok kötüydü.
19 Mayıs Stadyumu tribünlerinin altında çalışıyorlardı.
İzbe, karanlık, tozlu ve soğuk bir ortamda.
Kocaman bir soba ile bile ısıtılamayan bir yerde.

Bu çalışma koşullarını sporcularıma yakıştıramıyordum.
Bu sporcular daha iyi ortamlarda çalışmalıydı.
Onlar için modern bir salon yapılmalıydı.

Fikrimi Gençlik Spor İl Müdürü Şahin Eker’e açtım.
Olumlu yaklaştı.
Spor kompleksi içerisinde dilediğim yerde yapabilecektim.
Ama para yoktu…

Olsun yer sözünü almıştık ya.
Para da bulunurdu…
Hemen kolları sıvadım.

7 yıldır yapılmakta olan Spor Salonunun yanında yer bulduk.
Amacımıza uygundu.
Antrenörümüz Kadir Günay ile kafa kafaya verdik.
Çalışma salonumuzu inceden inceye plânladık.

Okçuluk için hem kapalı, hem de açık alanlar olacaktı
Dinlenme salonu, soyunma odaları, WC ve duşlar da yapılacaktı.

Çocukluğum Samsun’da geçmişti.
Birçok tanıdıklarım vardı.
Hepsinin ekonomik seviyeleri iyiydi.
Ayrıca 20 yıldır da burada görev yapıyordum.
Çok sayıda kişiyle tanışmış, tedavilerini yapmıştım.
Kentin bürokratları ile de aram iyiydi.

Projemi hepsine ayrı ayrı açıkladım.
Büyük ilgilerini gördüm, desteklerini aldım.

Kimisi maddî, kimisi aynî yardımda bulundular.
Mühendis arkadaşlarım koşulsuz destek verdiler.
Hepsi el birliği ile çalıştılar.
İmece usulünün çok iyi bir örneğini verdiler.

1999 yılı Nisan ayında temelimizi attık.
Araya giren deprem felaketi nedeniyle 2 ay hiç çalışamamıştık.
Buna rağmen toplam 7 ayda kompleksi tamamladık.
29 Ekim 1999 da sade bir törenle açılışımızı yaptık.
Kurtuluş Savaşımızın başlangıcının 80. yıldönümünde.
Cumhuriyetimizin kuruluşunun 75. yılında.
25 m. uzunluğundaki modern kapalı salonuyla.
130 m. uzunluğundaki açık hava çim atış alanıyla…

Muhteşem bir eser ortaya çıkmıştı.
Böylesine bir yapı Türkiye’de ilk kez yapılıyordu.
Avrupa’da da sayılıydı.

Samsun’un kendi eseri olmuştu bu eğitim merkezi.
Bürokratının, mühendisinin, halkının katkılarıyla…

Geçen yıllarda burada çok değerli sporcular eğitim aldı.
Ulusal ve Uluslar arası birçok birincilikler kazandılar.
Sporcularımız Olimpiyatlarda ülkemizi temsil ettiler.
Odalarımız, koridorlarımız kupalarla doldu, taştı.

İki yıldır işlerimin yoğunluğu nedeniyle artık yapmıyorum.
Okçuluk Ajanlığı'nı.

Ama oraya her gidişimde büyük keyif alıyorum.
Ata sporumuza hizmet veren gençlerimizi gördükçe…


Samsun Okçuluğu fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipNrwSydaFoCQWkMTgZnPFShM02W7DJVOiQR8DUrvSar6aoYW5Xo5eJeLT5AY0Z-cQ/photo/AF1QipN1P2BO5wYhLw3uZLwC-9hrCsdmLDi3JBN7DdBE?key=Q2VRd01qQjg3YVBjck1mVm9FUklzOVlfTzdoWVFB&hl=tr

.

14 Aralık 2009 Pazartesi

VONALI CELAL...

Vona, Perşembe beldemizin eski ismi. 
Vonalı Celal’in yeri de bu ilçemize yakın bir yerde. 
Çaka tünelinden hemen çıktığınızda. 
Martı adasını biraz geçtiğinizde… 

Vonalı Celal, dostumdur, arkadaşımdır. 
Yıllardan beri… 

Her Karadeniz gezimde muhakkak uğrarım 
Vonalı’ya. 
Yeri Leb-i derya bir yerdedir. 
Masmavi denizi yukarıdan görür. 
Sessiz, dingin bir yerde yöresel yemekler yersiniz. 
Hem de ne yemekler…

Vejeteryen yemeklerin kralı buradadır. 
Doğadan toplanmış otlarla... 

Kaldirik, meluncan, fasulye kavurma, mısır ekmeği. 
Sakarca, kara lâhana, ısırgan otu sonra gelir. 
Yanında da istemediğiniz kadar turşu çeşidi. 
Burası temelde balığıyla ünlüdür. 
Her mevsim yenilen taze balıklarıyla… 

Hamsi’nin en iyi 10 adresinden ikincisidir burası. 
Hürriyet gazetesinin değerlendirmesine göre… 

Hamsinin kızartması, buğulamsı, pilavı, ekmeği yapılır. 
Dolması, böreği, köftesi, mücveri de cabası…

Turşu’nun da en iyi adresidir burası. 
Turşuyu sadece yemekle kalmazsınız. 
Giderken kavanozlarla da götürürsünüz yanınızda. 
120 çeşit turşudan artık hangisini beğenirseniz. 
35 yıldan beri buradadır Vonalı Celal
Gece, gündüz, yaz, kış her daim buradadır. 
İşinin başında...

Eskiden oturmak için yer beklerdiniz burada. 
Yakın zamanda işler değişti, müşteriler azaldı. 
Karadeniz otoyolu açıldıktan sonra. 
Bolaman-Ordu geçişi içerilerden yapıldıktan sonra. 

İşleri oldukça azaldı Vonalı’nın. 
Geleni, gideni gözler oldu. 
Ama benim gibi yine de uğrayanları var Vonalı’nın. 
Yemeğin en iyi adresini bilenler halâ uğruyorlar buraya. 
Hem Karadeniz ile iç içe bir yolculuk yapıyorlar. 

Hem de bu lezzet durağında yemenin keyfini yaşıyorlar. ..

11 Aralık 2009 Cuma

ATATÜRK RÖLYEFİ...


20 yıl önce ABD’ne gitmiştim.
Yolumuz South Dakota’ya düşmüştü.
Burada Rushmore dağına kadar uzanmıştık.
Washington, Jefferson, Roosevelt ve Lincoln'ün dağına.
Bu 4 Amerikan Başkanının rölyeflerinin işlendiği dağa…

Pek güzel, çok görkemli bir abideydi.
Çok fazla da izleyici çekiyordu burası.
Gözden hayli ırak bir yerde olmasına rağmen...

Benzeri bir çalışmayı Samsun’da düşlemiştim.
Atatürk’ün büyük boy bir maskını Samsun'da.

Çok da yakışırdı buraya.
Kurtuluş Savaşımızın başladığı yere…

Yerini de belirlemiştim.
Samsun-Trabzon yolunun başlangıcına.

Bu yol üzerinde çok güzel kayalıklar vardı.
Taş ocağı olarak kullanılmıştı.
Yüksek ve dik kayalıklardı.

Buraya yapılabilir miydi bilemiyordum.
Mimar, mühendis veya heykeltıraş değildim.
Ama her geçişimde hep düşlüyordum.
Bu kayalıklarda büyük boy bir Atatürk rölyefini…

Geçen zaman içerisinde bu alanlar kapatıldı.
Yapılanmalar oldu.
Petrol istasyonları yapıldı.
Tabii benim düşlerim de suya düştü.

Geçen hafta görevle İzmir’deydim.
Havaalanından kente giderken rastladım düşüme.

Buca’da yol kenarına inşa edilmişti.
Kocaman bir Atatürk maskı.
Hemen kameramı çıkarttım.
Otomobilin içinden görüntüledim.
Oldukça görkemli görünüyordu.

Heykel, Buca Belediyesi tarafından yaptırılmıştı.
Sanatçı Harun Atalayman tarafından tasarlanmıştı.
Çelik konstrüksiyon tekniğiyle yapılmıştı.
40 m yüksekliğinde, 30 m eninde dev bir eserdi.
Ege, 9 Eylül ve İTÜ tarafından da desteklenmişti.

Büyük boy bir Atatürk portresiydi.
Çok da yakışmıştı.
Kurtuluş Savaşımızın sonlandığı İzmir’imize…

Bu savaşın başladığı.
Samsun'a da çok yakışacaktı.
Bir Atatürk maskı.
Hiç kuşkusuz...


Buca Atatürk Maskı fotoğrafları için
:
https://photos.google.com/album/AF1QipO_Zyyy7BjGOK0Gr3uKYR_ZkofcyFXX4YtqXzfX/photo/AF1QipNzLTnxvEgfZtQuCCEutI2j_KkVadBNdmF-BJ-O

.

7 Aralık 2009 Pazartesi

OMÜ...


1974 yılında Hacettepe’de KBB Uzmanı oldum.
5 yıl sonra Samsun’a geldim.
OMÜ’de “Öğretim Görevlisi” olarak işe başladım.
14 Mart 1979’da, yani tam 30 yıl önce…

O yıllarda Ondokuz Mayıs Üniversitesi yeni kuruluyordu.
Temeli Doğramacı tarafından atılmıştı.
27 Mart 1976’da.
Ankara’dan otobüsle gelen küçük bir grup tarafından.

Hepsi Hacettepe’den hocalarımız olan Muvaffak Akman, 
Oğuz Kayaalp. Sevinç Oral, Tahsin Tuncalı, Doğan Karan ve
Cemil Şenvar’ın katılımlarıyla.
Başbakan Süleyman Demirel’in de onurlandırdığı bir törenle…

O zamanlar Hastanemiz şehir içerisindeydi.
Kadıköy mahallesinde.
Verem Hastanesinin bir bölümünde…

Çok az sayıda yatağımız vardı.
İki tane de ameliyathanemiz.
Öğretim kadromuz da fazla kalabalık değildi.
20-25 kişi kadar…

Çok az sayıdaki öğrencilerimizle iç içeydik.
Öğrencilerimiz temel eğitimlerini Hacettepe’de almıştı.
Klinik eğitimlerini usta-çırak ilişkisiyle bizden alıyorlardı.
Küçücük servislerde, polikliniklerde, soğuk odalarda.
Buna rağmen hepsi çok iyi yetişiyorlardı.

Hepimizde tatlı bir heyecan, büyük bir özveri vardı.
Bir şeyler yapmak, yoktan var etmek istiyorduk.
Ama memleket de 5 sente muhtaçtı.

Modern Hastanemizin inşaatı kentin dışındaydı.
Şehrin sayfiye yerinde, Matasyon denilen yerde.
O binaların bitmesini görebilir miydik, çok merak ediyorduk.
Şehir dışındaki bu binaya hasta geleceğinden de kuşkuluyduk.

Zaman hızla geçti.
1986’da yeni Hastanemize geçtik.
1000 yataklı modern bir hastaneydi.
Çok geniş bir Kampüs alanı içerisindeydi.
Müthiş bir manzarası vardı.
Denize hakim ve ormanlar içerisinde…

Şimdi bir Üniversiteye benzemiştik.
Hızla büyüdük, geliştik.
Yataklar ve ameliyat sayısı birden arttı.
Öğretim Üyesi sayısı hayli çoğaldı.
Belediye iyi bir ulaşım ağı kurdu.
Hastalar kolaylıkla ulaşabiliyorlardı.

Üniversite şehrin yapılanmasını da değiştirdi.
Kentin bu bölümünde yepyeni bir yerleşim yeri oluştu.
Matasyon’un ismi değişti.
Atakum ve Atakent ismiyle çağdaş beldeler ortaya çıktı.

Üniversitede öğrenci sayısı 33.000’e ulaştı.
Birkaç yıl önce başka Üniversiteler oluşturdu.
Amasya, Sinop ve Ordu Üniversiteleri kuruldu.

1976’da bir fidan dikilmişti.
30 yılda kocaman bir çınara dönüşmüştü.
Tohumlarından yeni fidanlar gelişiyordu.
İlk yıllarda yetiştirdiğimiz öğrencimiz Rektör'ümüz bile olmuştu.
Mutluyduk, gururluyduk.

Bu hızlı gelişmeye tanık olmaktan…


OMÜ eski ve yeni fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipMQBDCuI2PStUaaAoutbDtyLfLFxz6RjKxKPWrjXS59yUIY3pyos4qKZa-npvpr4A/photo/AF1QipMB8Wvk5w0J_Zsvlmje9VAQ1JRR-KBKSONlJ3Wt?key=OVRfUTgxNW92eVRLZTFsaVpLZTY1ME93NFJ2MVVB
.

2 Aralık 2009 Çarşamba

LİKYA YOLU...


Türkiye haritasını önünüze koyun.
Fethiye ile Antalya arasına bir çizgi çekin.
Bu çizginin kuzeyinde kalan yer. 
Teke yarımadası olarak bilinir...

Batıda Akdağ vardır.
Doğuda Beydağları ile kaplıdır.
Kuzeyinde ise 3000 m. yüksekliğinde Toroslar bulunur.
Güneyinde denizle bağlantı kuran, kapalı bir bölgedir...

Antik çağda burada. 
Bir ülke vardı Likya adında.
Hitit kaynaklarında buranın ismi “Lukka” olarak geçer.
Eski Mısır kayıtlarında da “Lukki”lerden bahsedilir...

Likya, “Işık Ülkesi” anlamına gelir.
Likyalılar 3500 yıl kadar önce buralara yerleşmişlerdir.
1500 yıl kadar da bu bölgede yaşamışlardır.
Lukki'ler hür, bağımsız ve demokratik bir toplumdur…

90’lı yıllarda kızım Tuğba, Bilkent Arkeoloji Bölümünde okuyordu.
Lisans Tezi Likyalılar üzerine idi.
1995 yılında bu bölgeye onunla bir gezi düzenledik.
Kaunos, Telmessos, Pınara, Xanthos’u birlikte gezdik.
Yetmedi Tlos, Patara, Kekova, Simena ve Myra’ya uzandık...

Sonraki yıllarda Kate Clow isimli bir İngiliz çıktı ortaya.
Garanti Bankası ile birlikte güzel bir proje oluşturdular.
Likya Yolu” fikrini ortaya koydular.
Avrupa’nın en uzun 4. yürüyüş parkurunu.
Ve de dünyanın en güzel 10 yürüyüş rotasından birini…

Antik kentler arası bağlantılar oluşturuldu.
Yönlendirici levhalar konuldu.
Patikalar düzenlendi, işaretlendi.
"Yürü babam yürü" denildi...

Şimdilerde bu yolları yürüme tutkusu var.
Muhteşem bir doğa içerisinde yürüyorsunuz.
Masmavi pırıl pırıl bir deniz eşliğinde, açık bir gökyüzü altında.
Ve zeytin ağaçları, portakallar, limonlar arasında.
Sadece doğa değil, inanılmaz bir kültür mirası içerisinde…

Likya Yolu toplamda 500 km'den daha uzun.
Ancak tümü birden yapılmıyor.
Bölüm bölüm uygulayabiliyorsunuz.
Antik Likya kentleri biri birinden yaklaşık 10-15 km. uzaklıkta.
Önceden plânlanan biçimde patikalarda yürüyorsunuz.

Geçen hafta bu Likya yolunun bir bölümünü yürüdük.
Kurban Bayramı tatilinde, Kasım ayının sonunda.
25 kişilik bir yürüyüş ekibimizle.

Likya’lılar tarafından Antiphellos olarak adlandırılan yerde.
Günümüzde ise Kaş olarak bilinen beldemiz ve çevresinde.
Işık Ülkesinde. 
Güneşli bir sonbahar havasında…

İlk gün Kaş’ın arkasındaki dağlardaydık.
Dik bir patikadan 600 m. aşağıya indik.
8 km. dar patika bir yol yürüdük.
Kaş ve Çukurbağ yarımadasını.
Ve doyumsuz güzelliğini içimize sindirerek...

Ertesi gün Bayındır köyünden 12 km. yürüdük.
Kayalıklardan billur gibi denizin mavisini seyrederek…
Ardından da Xanthos ve Patara'yı gezerek.
Patara’da Işık Ülkesinin gün batımını izleyerek…

Sonraki gün 14 km. taban teptik.
Apollonia, Aperlai kentlerinden geçtik.
Sıçak koyuna ulaştık.
Akdeniz'in tüm balıklarından tattık…

Peşinden tekne ile Kekova ve Simena gezilerek.
Ve ardından antik ismi Myra olan Demre’ye varılarak.
Muhteşem kaya mezarları ziyaret edilerek.

Son günde de Kaputaş plajının mavisini gördük.
Kaputaş Kanyonu’nda zorlu bir yürüyüş yaptık.
Ardından da Pınara’yı gezdik. 
Apartman misali kaya mezarlarını izledik.

Sözün özü; Işık Ülkesinde, ışıklı bir yürüyüş yaptık…


Likya Yolu fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipNViVfxdZLBd815mpQtUrRuffG3mVtbuda_sarAAGGMW6_K4GgVQw-U0aWoSxxCuQ/photo/AF1QipM45fEDxQm1Ocrw6yy8hJHJWJm-TdT6xxhx1jXo?key=ZGk3VC0tLXVaZnk3ZlhJd0NsTVR1aTBFelRaa1h3&hl=tr

.

25 Kasım 2009 Çarşamba

SULUKULE...


İstanbul surlarının en güzel bölümüdür.
Yedikule ile Haliç arasında kalan bölümü…

İstanbul’da vakit bulursam gezerim surları.
Yürüyerek, içinden ve dışından.
Hem 1000 yıllık bir tarihe tanık olursunuz.
Hem de İstanbul’un güncellenmiş sosyal yaşamına…

Bu bölümün şüphesiz en renkli yeridir Sulukule.
Daha doğrusu renkli yeriydi burası...

Geçenlerde surları gezerken uğradım Sulukule’ye.
Büyük hüzünle dolaştım bu kez orayı.
Üzüntüyle görüntüledim.

Yerle bir edilmişti.
Esmer vatandaşlarımızdan kimsecikler yoktu.
Klarinetler, darbukalar susmuştu.
Oyun havaları duyulmuyordu.
Göbekler atılmıyor, paralar sıkıştırılmıyordu.

Eski canlılığından eser kalmamıştı Sulukule’nin..
Sessiz, ölü bir yere dönüşmüştü.
Molozlar, mezar toprağı gibi örtmüştü Sulukule’yi.

Halbuki 1000 yıldır buradaydılar.

Önceleri surların dışındaydılar.
Fetih’ten hemen sonra da içeri alınmışlardı.
Sulukule’ye yerleştirilmişlerdi.
Edirnekapı’da surların hemen içine.

500 yıldır da burada yaşıyorlardı.
Sulukule’ye gelenleri de yaşatıyorlardı.
Tüm mutlulukları, tüm neşeleriyle…

Kentsel dönüşüm projesi”ne takıldılar.
Basit evleri boşaltıldı önce.
Arkalarına bakıp gittiler.
Sonra da greyderler geldi.
Yerle bir ettiler tüm evleri, tüm yapıları.

Şimdi dümdüz bu alan.
Sessiz ve bitkin.

Ama yakında apartmanlar yükselecek.
1000 yıllık bir yaşam da silinip gitmiş olacak…

Sulukule’nin en son fotoğrafları için :
https://photos.google.com/album/AF1QipPqVaP9rqTOn3yQrUBtD6zh0tGswuL8mQ1ybm9q/photo/AF1QipO-oe4kQMDUJrVvr4Z4e_SbDvfc8_sDujIOAcyA

.

19 Kasım 2009 Perşembe

CAZ'IN DÜKÜ İLE...


1969 yılında İngiltere’ye gönderilmiştik.
Dr. İhsan Doğramacı tarafından.
İngiltere’nin batı kıyılarındaki Bristol kentine.
Hacettepe Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi olarak.

Bilgimizi, görgümüzü artırıp dönecektik.
İşe bak ki hiç millî olmamıştık.
İlk kez deplâsmana çıkacaktık.
Üç ay süreyle küffar illerinde kalacaktık.

O dönemlerde döviz sıkıntısı var.
Dilediğin kadar para çıkartamıyorsun.
Ancak 200 dolar çıkartmana izin var.
Çıkartabilenler de bir yerlerine saklayıp çıkartıyor.
Öğrenci olduğumuz için bizde o kadar para zaten yok…

10 cent'e mutaç bir ülkeydik.
200 doları zorla bir araya getirdik.
Bu da 80 Sterlin kadar para ediyordu.
Üç ay süresince bununla yiyip, içip, gezecektik.

Neyse ki hastanede kalıyorduk.
Gündüzleri orada yiyor, içiyorduk.
Hastaneye de yürüyerek gidip-geliyorduk.
Fazla harcamamaya özen gösteriyorduk.

Günlerden bir gün bir duyuru gördük.
Duke Ellington, geliyormuş.
Konakladığımız kente, Bristol’e...
70. doğum yıldönümü için konser vermeye.

Duke Ellington diyince duracaksın.
Bu adam caz denilince dünyada akla gelen ilk isim.
Böyle bir fırsat elimize bir daha geçer mi bilinmez.
Caz'ın dükünü dinlemeden de geri dönülmez...

1.5 aydır zaten gurbetteyiz.
80 pound’un yarısını yemişiz.
Geriye kalmış 40 pound kadar bir para.
Sadece konsere giriş ücreti zaten bunun üzerinde.

Neyse ki kenarda, köşede daha ucuz biletler var.
Kafa başı 10 pound’a…

Bileti alsak cepte sadece 30 pound kalacak.
Bu para ile en az bir ay idare etmemiz gerekecek.
Bir de daha eşe dosta hediyeler alacağız.

Aras
ile birlikte iki gün düşündük.
10’ar poundumuza kıydık.
Kıytırık bir yerden biletlerimizi aldık.

Dönüşte bunu arkadaşlarımıza anlatır, havamızı atarız.
Çocuklarımıza da ileride anlatacak birşeylerimiz olur…

Neyse, 25 Kasım günü geldi.
Colston Hall denilen konser salonuna gittik.
Burası Beatles’i meşhur eden bir müzik salonu.
1963-64’lerde…

Arkalardayız ama hiç dert değil.
Kulaklarımız duyuyor.
Kenardan köşeden sahneye de hâkim sayılırız.
Protokol sırasındaki bir Vali kadar da mutluyuz.

Derken, “Duke” çıktı sahneye.
Orkestranın hem kurucusu hem de şefi.
Piyanosunun başında hem konuşuyor hem de çalıyor.
Kalabalık bir orkestra.
Trompetcisi, saksafoncusu, davulcusu, flütcüsü…
Tam 15 kişilik bir topluluk.

Müthiş bir ritmle ve birliktelikle çalıyorlar.
Hepsi de işini iyi biliyor.
Yanlışlık, aksama hak getire.
Parçaları büyük bir rahatlıkla icra ediyorlar.

Keyifle iki saat geçirdik.
Olağanüstü caz parçaları dinledik.
Rockin'In Rhythm, Satin Doll, Caravan, Black Swan gibi.
Yerimizin arkalarda olması hiç önemli değilmiş.
Onlarla birlikte olmak, müziği yaşamak gerekirmiş.
Genç yaşımızda bunu anladık.

Duke Ellington ve arkadaşlarını bir daha seyredemedik.
Cazz’aziz “Duke” beş yıl sonra 1974’de öldü.
Caz’a damgasını vurdu gitti.
Yaşasaydı bu yıl 110 yaşında olacaktı.
Toprağı bol olsun…

Bu konserden 40 yıl sonra Internet'te bu konserin canlı kayıt CD'sinin var olduğunu gördüm. ABD'de bulunan sınıf arkadaşım Dr. Timur Sümer'den bu CD'yi bana göndermesini rica ettim. Kısa zamanda buldu ve gönderdi. 25 Kasım 1969'da Colston Hall'de canlı kayıt müziğin ilk parçasını video haline getirdim. Kaydın başında ve sonunda benim ve Aras'ın alkış seslerimizi bakalım duyabilecek misiniz :



.

16 Kasım 2009 Pazartesi

PANORAMA 1453


Topkapı garajında inerdiniz otobüsten.
20-30 sene önce Anadolu’dan İstanbul’a geldiğinizde.

Milyonluk bir şehrin panoramik göstergesiydi Topkapı Garajı.
Yüksek tondaki sesleriyle çığırtkanlar karşılardı sizleri.
Tüm üç kağıtcılar, dolmuşçular, satıcılar buradaydı.
Kalabalık, gürültülü, pis, kötü bir yerdi Topkapı Garajı.

Tam karşısında Topkapı surları bulunurdu.

Garajdan kurtulduğunuzda tarihle baş başa kalırdınız.
Bir anda geçiş yapardınız.
20 yüzyılın İstanbul’undan 15. yüzyılın İstanbul’una.

Yakın bir zamanda kaldırıldı Topkapı Garajı.
Otobüs terminali Bayrampaşa’ya nakledildi.
Uzun yıllar boş kaldı bu alan.
29 Mayıs 1453 İstanbul’un fethinin gerçekleştiği mekân.

Sonrasında İstanbul Belediyesi güzel bir proje başlattı.
Önce bu alanı boşalttı.
Sonra burası güzel bir park haline getirildi.
Surların önü açıldı.
Topkapı surları panoramik biçimde görünür hale getirildi.

Sonra da ortasına bir Müze yerleştirildi.
Panorama 1453” müzesi.
Fethin 555. yıldönümünde de açılışı yapıldı.

Gezdiğinizde çarpılıyorsunuz.
Bu tarihi yerde, böylesine görkemli bir müze.
İnanamıyorsunuz.

Müze iki bölümlü.
Alt katta çok sayıda posterler var.
Fetih ile ilgili bilgiler içeren…

Esas çarpıcı kısım ise üst katta.
29 Mayıs 1453 sabahını anlatan panoramik görüntü.
Olağanüstü görsel bir anlatım.

8 ressam tarafından yapılmış üç boyutlu bir çizim.
Silindirik bir tablo ve küresel bir gökyüzü.
Kubbe çapı 38 m., tablonun yüksekliği ise 16 m.
Panoramik resmin büyüklüğü 2350 metrekare.
Çevresel devasa bir tablo.

Fetih günü tasvir ediliyor.
Canlı, gerçekçi bir anlatımla.
10.000 dolayında figür resmedilmiş.
Askerler, toplar, oklar, yaylar, kılıçlar, atlar.
Top sesleri, gürültüler, mehter marşları yankılanıyor.
Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları duyuluyor.
O sabahı yaşıyorsunuz.

Dışarı çıkıyorsunuz.
Topkapı garajının eski kötü görüntüsünden eser yok.
Güllerle bezenmiş, geniş yeşil bir alan.
Surlar da panoramik biçimde karşınızda.
Tüm heybetiyle ve tüm görkemiyle…

Emeği geçenlere bin kez teşekkür.


Panorama 1453 Müzesi Fotoğraflarım :
http://picasaweb.google.com.tr/tanyeri/Panorama1453#


.

10 Kasım 2009 Salı

ATATÜRK'ÜN MÜZİĞİ...


Refik Fersan, Türk Müziğimizde unutulmaz bir abidedir.
Besteci ve tambur sanatçısıdır.

Rüzgâr uyumuş ay dalıyor
Dün yine günümüz geçti beraber” 
ve “Düştü enginlere bir ince hüzün” 
onun en bilinen şarkılarındandır.

Cumhuriyet sonrasında Atatürk’ün takdirlerini kazanmıştır.
1924’de “Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyeti Şefi” olmuştur.
Çankaya’da Atatürk’ün sofrasında ona eşlik etmiştir.

O yıllarda bir gece yine Atatürk’ün huzurunda fasıl yapılmaktadır.
Fasıl “saz semaisi” ile sonlanmıştır.
Atatürk, Refik Fersan’la konuşur.
Saz semaisinin yavaş temposundan yakınmıştır.
Fasıl’ın “zeybek havası gibi kıvrak bir ezgi” ile bitmesini arzu etmiştir.

Fasıl zaten sona ermiştir.
Ara verilmiştir.
Refik Fersan ayağa kalkar.
Atatürk’ün arzusunu yerine getirmek için tenha bir yere çekilir.
O anda aklına gelen notaları bir kâğıt parçasına yazar.
Sonuna da zeybek temposunda bir oyun havası ekler.

Bu iş Refik Fersan’ın 15 dakikasını almıştır.
Eseri bir kez daha gözden geçirir.

20 dakika sonra salona tekrar girer.
Atatürk, nerede olduğunu sorar.
Paşam” der. 
Emirlerinizi yerine getirmek için dışarı çıkmıştım”.
Müsaade buyurursanız şimdi bestelediğim semai’yi dinleteceğim”.

Atatürk şaşırır.
Refik Fersan, hemen eseri tamburu ile icra etmeye koyulur.
Atatürk eseri keyifle dinler.

Konuklarına dönerek “haydin bakalım” der.
Hep birlikte zeybek oynayacağız...”.

Tekrar tekrar bu eser çalınır ve birlikte zeybek oynarlar.

Ölümsüz bir beste Türk Müziğimize kazandırılmıştır.
Hem de tam 20 dakikada.
Nikriz Saz Semaisi” başlığıyla.
Atatürk'ün önerisi ve Atatürk'ün isteğiyle...



Nikriz Longa, Murat Tokaç:

26 Ekim 2009 Pazartesi

ATABEG İLE...



Özbekistan gezimizin 4. günündeydik.
23 Eylül'de Buhara'dan ayrılacaktık.
Bazı türbe ve mescitleri gezecektik.

40 km ileride Gijduvani kasabasında mola verdik.
Abdülhalik Gijduvani türbesi ziyaret edilecekti.
Cuma günü olduğu için etraf epey kalabalıktı.
Türbeyi ziyarete otobüslerle gelenler vardı.

Abdülhalik Gijduvani islâm bilginlerinden.
Nakşibendî tarikatı kurucusunun mürid'lerinden.
Bahaddin Nakşibendî'nin...

Verilen sürede ziyaretimizi tamamladık.
Grubumuzla otobüsümüzün önünde buluşacaktık.
Benim üzerimde ay-yıldız'lı bir gömlek vardı.
Otobüsümüzün yanında da kalabalık bir Özbek grup.

Özbekistan'ın doğusundan gelmişler.
Andican'dan.

Atabeg ile orada tanıştık.
Gömleğimden Türk olduğumu anlamıştı.
Yanıma gelmişti.
Bir anda biri birimize ısınmıştık.
Sarılıp, kucaklaştık...

Ayni lisanı konuşuyorduk.
Ama kolay anlaşamıyorduk.
Güler yüzüyle sevimli bir insandı.
İsminin Atabeg olduğunu anlayabildim.
Bir anda kaynaştık, fotoğraf çektirdik...

Hareket zamanı gelmişti.
Kısa süre sonra yollarımız ayrılacaktı.
O bana birşeyler söylüyordu.
Ama ben bir türlü anlamıyordum...

Kağıt, kalem buldum.
Kendisine verdim.
Yazmasını söyledim.
Belki söylediklerini okuyunca anlayabilirdim...

Yazdı, bana verdi.
Vakit yoktu.
Adresini bile alamadım.
Kucaklaştık ve ayrıldık bu soydaşımla...

Otobüse bindiğimde.
Yazıyı okutturdum Rehberimize.
Mansur Isayev'e...

Aynen şöyle yazmış, elime sıkıştırmıştı:

Üzüm asmadan su içer
Gönül gönülden...


.

20 Ekim 2009 Salı

BUHARA'DA DÖRT MİNARE...


Buhara gizemli bir kent.
Bir söylentiye göre ismini Farsça’dan almış.
BuxarakFarsça'da.
Bilginin kaynağı” anlamında...

Burası çok eski bir yerleşim yeri.
Birçok din alimleri yetiştirmiş.
Gijduvanî, İmam Buharî.
Şeyh Boharzî ve Bahaddin Nakşibendî gibi…

Kentte çok sayıda.
Görkemli eserler var.
Camiler, medreseler, hanlar, hamamlar.
Sayıları 140 kadar...

Boşuna “bin kubbeli şehir”.
Denilmemiş bu kente.
Tümü “Dünya Kültür Mirası Koruma Listesi”nde.
UNESCO tarafından…

Bunlardan bir tanesi de “Chor Minor”.
Cihar” biliyorsunuz Farsça “dört” demek.
Tavladan bildiğiniz “Cihar ü yek”, “Cihar ü şeş” gibi.
Minor da “minare” anlamında.
Yani, “Chor Minor” da. 
Dört Minare” manasında...

1807 yılında yaptırılmış.
Zengin bir tüccar olan Niyazikul tarafından.
200 yıllık bir yapı.
4 tane minaresi olan bir eser.
İşin garip yanı, burası bir cami değil.

Burası bir Medrese.
Zamanla Medrese yıkılmış, dönmüş harabeye.
Ama Medresenin taç kapısı ayakta.
Dört köşesinde “minare” denilen yapılarıyla…

Aslında bunlar da “minare” değil.
Dekor kuleleri.
Hint mimarisi biçiminde yapılmış.
Dört güzel turkuaz renkli, çini kule.

Kentin pek görünen bir yerinde değil.
Dar sokaklardan geçerek ulaşıyorsunuz.
Bakımsız bir mahallede.
Ama öylesine şirin, öylesine güzel ki…

Buhara’da olduğu için pek bilinmiyor.
Simgesel bir yapı.
Avrupa’da hangi kente koysanız oranın simgesi olur.
Emin olun ki olur.

Çünkü o güzellikte…


Char Minar fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipOQhuB1_4vgHkrkZDyZby9D5YUcUWaSe5KeCvCV9KgY3NRdI6l6ZdWZAqEUJIhd7w/photo/AF1QipN_JnL3u3XiZQS7gtoxABq3zX8AV5A8GXDRa61H?key=d2hwc0FSY1BpSktEWm9MS2xRbmJBTTVMRE9jbHVR
.

16 Ekim 2009 Cuma

DÜNYA ASTRONOMİ YILINDA...


Astronomi bilgim iyidir benim.
Gece milyonlarca yıldızın arasından tanırım.
Kocaman Aydede'mizi...

Gündüzleri fazla görünmez bu yıldızlar neyse ki.
O zaman da bir bakışta fark edebilirim Güneş'i...

Uzayı niçin gözetlerler onu da bir türlü anlamam.
Havası, suyu ve de AVM'leri olmayan yıldızları.
Işığı dünyamıza ancak 8 dakikada ulaşan Güneş'i.
Galaksileri, samanyollarını, karadelikleri...

2009 yılı "Dünya Astronomi Yılı" imiş.
İşte bu yılda ziyaret ettik Özbekistan'ı.
Ve orada tanıdık "Uluğ Bey"i.

"Uluğ Bey" dediğimiz ulu bir kişi.
Timurlenk'in oğlu Şahruh Han'ın oğlu.
Yani Timur'un gerçek mi gerçek bir torunu...

Asıl adı Muhammed Torag'ay.
Ya da dilimizdeki söylenişi ile Mehmet Turgay.
Ama dünya alem onu "Uluğ Bey" olarak biliyor...

Benim doğumumdan tam 500 yıl önce.
Hükümdar olmuş  1446 senesinde.
Babası Şahruh Han'ın ölmesi üzerine...

Uluğ Bey, dedesi Timur gibi savaşcı birisi değil.
Kimsenin tasında, toprağında gözü yok.
"O" bir bilim adamı.
Gözü, gönlü gökyüzünde...

Gençliğinde Matematik ve Astronomi eğitimi almış.
Sanat'a, sanatçıya, bilime önem veren bir kişi imiş...

Semerkant'da 38 yıl bilimle uğraşmış.
Devrinin tüm alimlerini buraya toplamış.
Mesud el Kâşî, Bursalı Rûmî, Cemşid ve Ali Kuşcu'yu...
Sarayını bir Akademi haline dönüştürmüş.
Semerkant'da bir de Medrese kurmuş.
Matematik, trigonometri, geometri, astronomi öğretilen...

Yetmemiş bir de Rasathane kurmuş.
Sadece zamanının değil, tarihin en büyük Gözlemevi'ni.
Öğretilerin uygulamasının yapıldığı bir Lâboratuar'ı...

Buradan yıldızların hareketlerini izlemiş.
Hesaplar tutmuş, ölçümler yapmış.
Tamı tamamına 12 yıl boyunca.
Matematiksel, trigonometrik hesaplamalarla...

Sonunda bir de büyük eser koymuş ortaya.
1437 yılında.
Uluğ Bey Zîc'i (Zîc'i Uluğî) namıyla...

Bu kitabında tam 1018 yıldızın hareketlerini anlatmış.
Onların koordinatları saptamış.
Altı asır önce yaptığı ölçümlerle.
Onbinde bir hata yaparak.
Günümüzde teleskoplar, bilgisayarlarla yapılan hesaplarla...

Tüm bunları çıplak gözle yapmış.
Dürbün, mercek kullanmamış.
Zaten bunlar yokmuş ki o devirde...

Bu rasathanenin yer üstündeki kısmı üç katlıymış.
Rub'-ı daire denilen kubbesi de Ayasofya'nınki kadar...

Bu rasathanede bir "sekstant" varmış.
Kalıntısı halâ yerinde duran.

Çapı 40 metre kadarmış.
Bir bölümü yer altında kalıyormuş.
Derece ve dakikalara bölünmüş...
Her bir derece 70 cm uzunluğundaymış...

Gözlemler, ölçümler burada yapılıyormuş.
Bir yıl'ın ölçümü de burada yapılmış.
365 gün, 5 saat 49 dakika 15 saniye.
Semerkant'ta Uluğ Bey Rasathanesinde...

Bu hükümdar ve alim insan.
1449 yılında öldürüldü.
Hem de kendi oğlu tarafından...

Uluğ Bey'in mezarı Semerkant'da.
Amir Timur makbarası içinde.
Onun hemen ayak ucunda yatıyor...

Uluğ Bey'in ölümünden sonra bu Rasathane dağılmış.
Buradaki alimler başka ülkelere göç etmiş.
Ali Kuşcu, Fatih'in daveti üzerine İstanbul'a gelmiş.
Uluğ Bey'in kitabı "Zîc'i Uluğî"sini de yanına almış...

Uzun zaman sonra 1650 yılına gelinmiş.
Bu kitap İngilizce'ye tercüme edilmiş.
Daha sonra da diğer batı dillerine de çevrilmiş.
Batı, bu bilim adamının değerini bizden önce anlamış...

Ayın görünen yüzündeki bir kratere onun ismi verilmiş.
"Uluğ Bey Krateri" olarak.
International Astronomical Union (IAU) tarafından...

Ben, "Uluğ Bey"i Özbekistan gezimde tanıdım.
Semerkant'taki Rasathanesini gezdiğimde.
2009'da, yani Dünya Astronomi Yılı'nda...

Bir yıldız keşfetmiş kadar sevindim.
Az bir buluş değildi benim için...

13 Ekim 2009 Salı

HİVA...


Özbekistan’ın ilginç bir yer olacağını tahmin ediyorduk.
Taşkent, Buhara ve Semerkant’ın ününü duymuştuk
Buralarda çok güzel yerler göreceğimize inanıyorduk..
Ancak geziye "Hiva" diye bir yerden başlattılar.

Hiva
da nereden çıkmıştı…
Adını sanını hiç duymamıştık.

Hiva, Özbekistanın batı ucunda.
Kızılkum çölünün kenarında.
4. cü yüzyıl’dan beri Türkçe konuşulan bir yer.

Aslında eski bir Türk yerleşim yeri.
Önemli ve stratejik bir kent.
Bu nedenle tarih boyu sık sık işgallere uğramış.
Araplar, Moğollar, Timur ve Cengiz Han tarafından…
Harezm ya da Horasan olarak bilinen yerin merkezi.
Birunî ve Harezmî gibi ünlü bilginlerin yetiştiği bölge.

Hiva kenti iç içe iki sur tarafından korunuyor.

Kentin dışındaki surlara Türkçe “Dışhan Kale” deniliyor.
Bir de kil topraktan yapılmış “İçhan Kale”si var.
2.5 km uzunluğunda ve 8-10 m yüksekliğinde.
Kenti tümüyle sarmalıyor.

İçhan Kale surlarının içerisi olduğu gibi korunmuş.
UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası” listesine alınmış.
Eski şehir tek katlı kerpiç evleriyle olduğu gibi yaşıyor.
İçhan Kale’nin içerisinde.
Burada yaklaşık 250 orijinal korunmuş ev var.
60’dan fazla da tarihi eser...

Tümü biri birinden görkemli, hepsi biri birinden ilginç.
Hangisine, neresine bakacağınızı şaşıracağınız yapılar.
Medreseler, minareler, hanlar, hamamlar, saraylar, külliyeler.
El emeğiyle, göz nuruyla bezenmiş eserler.

Ve cıvıl cıvıl yaşayan eski bir kent.
Buram buram tarih kokan görkemli yapıların arasında…

Bu gezimizde Taşkent, Hiva, Buhara ve Semerkant’ı gezdik.
Hangi şehir bizi daha çok etkiledi diye aramızda çok tartıştık.
Hepsi biri birinden güzeldi, muhteşemdi.

Ama Hiva’nın yeri başkaydı.
Burası İçhan Kale’nin içinde halâ ortaçağı yaşıyordu.
Kentin içinde mistik havayı kokluyordunuz.
Camileri, minareleri, medreseleri, hanlarıyla.
Surları, hamamları, sarayları ve külliyeleriyle...


Hiva fotoğraflarını görmek için :
https://goo.gl/photos/Aq2iSKCGRvs5Pdcy8
.

.

7 Ekim 2009 Çarşamba

EUROVISION 1976


"Brotherhood of Man" iyi bir müzik topluluğuydu.
1970'li yıllarda kuruldu.
İngiltere'de...

Kuruluşundan 6 yıl sonra Eurovision yarışmasına katıldı.
"Save your kisses for me" adlı parçalarıyla...
İngiltere adına.

Yarışma 1976 yılında Hollanda'da yapıldı.
Kızım Tuğba, o yıl henüz 3 yaşındaydı.

Türkiye o yıl Eurovision'a katılmamıştı.
Bu nedenle tarafsız bir gözle izledim o yarışmayı.

İngiliz ekibi 2 kız ve 2 erkek'den oluşmuştu.
Parçalarını o kadar güzel okudular ki...
En fazla puanı onlar aldılar.
Hem benden, hem de diğer ülkelerden.
Tartışmasız birinci oldular.
1976 Eurovision Şarkı Yarışmasında.

Anlamlı, neşeli, sevimli, güzel bir parçaydı.
"Save your kisses for me..."

30 yıl kadar sonra yeniden yorumladım bu parçayı.
"Günün manâ ve ehemmiyetine" binaen...

Lütfen aşağıdaki klibi sonuna kadar izleyiniz.
10 Ekim'in "anlam ve önemine" ilişkin olarak...




.

5 Ekim 2009 Pazartesi

EL HAREZMÎ...


1963 yılında Lise son sınıfta okuyordum.
Ankara’da Yenimahalle Mustafa Kemal Erkek Lisesi’nde.
Derslerim oldukça iyiydi.
Ancak o yıl “Cebir” dersinden sınıfta kaldım.
Ve Lise’yi bitiremedim.

Bir yıl sonra “Cebir” dersini vererek Liseyi bitirdim.
Hemen ardından Üniversite sınavlarına girdim.
ODTÜ Fizik Mühendisliği ve Hacettepe Tıp Fakültelerini kazandım.
Matematikten gözüm korkmuştu.
Hacettepe’yi tercih ettim.

Özbekistan gezimiz Hiva kentinden başlamıştı.
Otelimiz bu kentin surlarının hemen karşısındaydı.
50 m.’lik bir yürüyüşle İçhan Kale denilen bu surlara varılıyordu.
Bu surların hemen önünde büyük bir heykel vardı.
Üzerinde ismi de yazmıyordu.
Sorduk soruşturduk “El Harezmî”nin heykeli dediler.
Asıl ismi “Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el Harezmî”.
Türk kökenli bir büyük bilim adamı.
Cebir’in kurucusu ve babası...

MS 780 yılında burada yani “Hiva” da doğmuş.
Harezm bölgesinin merkezi “Hiva”da…
Bu nedenle Harezmî diye biliniyor.

20 yaşlarında Hiva’dan ayrılıp Bağdat’a yerleşmiş.
Buradaki bilim ortamında kendisini geliştirmiş.
Matematik, Astronomi ve Coğrafya alanlarında çalışmış.

Onun dönemine kadar “sıfır” sayısı bilinmiyormuş.
Romalılar I, II, III, IV, V, VI, VII, VIII, IX rakamlarını kullanıyorlarmış.
Sıfır olmadığı için 10 başka bir simge olan “X” ile gösteriliyormuş.
20 yazmak için iki tane X’i yanyana kullanıyorlarmış.
30 yazmak için de 3 tane X’i...
40 için 50’yi simgeleyen L harfinin önüne bir X koyuyorlarmış.
50’den 10’u düşüyorlarmış.
XL bir anda 40 oluyormuş.
Örneğin 1888 sayısını MDCCCLXXXVIII biçiminde yazıyorlarmış.

Bu şekilde meramlarını belki anlatabiliyorlarmış.
Ama iş çarpmaya, bölmeye gelince işin içinden çıkılamıyormuş.

İşte El Harezmî burada devreye girmiş.
Sıfır’ı ve basamaklı sayı sistemini getirmiş.
Daha 9. yüzyılda.
Yani bundan 1200 yıl önce.

Yazdığı kitabın değeri batılılar tarafından daha sonra anlaşılmış.
Kitabı 100 yıl kadar sonra Latince’ye tercüme edilmiş.
Algoritmi de numero Indorum” adıyla.
Sembollerden oluşan bu sistem ve sıfır batı dünyasına sunulmuş.
Ancak 12. yüzyılda

El Harezmî’nin çalışmaları Cebir’in temelini oluşturmuş.
"El’Kitab’ül-Muhtasar fi Hesab’il Cebri” kitabını yayınlamış.
Bu, birinci ve ikinci derecede denklemlerin çözümünün yer aldığı ilk kitap olmuş.
Bizdeki “Cebir” kelimesi Arapça’daki “el-cebr” kelimesinden kaynak alıyormuş.
Batı dilindeki “algebra” nın da kökeni buradan kaynaklanıyormuş.

El Harezmî’nin ismi bilim havuzunda zaman içerisinde değişimlere uğramış.
El-Horazmî, Al-Horazm ve sonunda “algorithma” ya kadar dönüşmüş.

Harezmî bilim dünyasında çok önemli bir isimdi.
0” sayısınının bulunuşu bilim dünyasına getirilmiş en önemli yenilikti.
İkili (binary) sayı sistemi ve “0” bilim dünyasına onun tarafından sunulmuştu.

Bu sistem bugün keyifle kullandığımız bir sistemin de temelini oluşturuyordu.
Bilgisayar’ın ve digital elektroniğin.

Hiva’da Harezmî’nin heykelini saygıyla inceledik.
Bilim dünyasına yaptığı katkıların önünde hürmetle eğildik.

Her nekadar Lise son sınıfta “cebir”den çakmış olsak da…




.

30 Eylül 2009 Çarşamba

ÖZ BE ÖZ ÖZBEKÇE....


Yaşamımda ilk kez gittim bir Türkî Devletine.
Özbekistan Havayolları uçağı ile...

Biletimizde aynen "O'zbekiston Havo Yo'llari" yazıyordu.
Uçağa ilk girişimizde de güzel Türkçemizle selâmlandık:
"Selâmun Aleykum Hanımlar ve Cenaplar!.."

Uçak göstergelerinde bilgilendirmeler vardı :
"Manzil, masafa 3361 km..."
"Tashqaridaki hava hararatı -42 C..."
"Mahalliy Vakt 07.30..."

Sonra Taşkent Havaalanına indik :
"Kirish" ve "Chiqish" tabelalarını izledik.
Pasaport kontrolünü bulduk:
"Barcha Mamlakatlar Fuqaraları uchun..."

Bizler de "Başka Memleket Fıkaraları" kuyruğuna girdik.
Üzerinde ay ve yıldız'ların bulunduğu kulübede.
Kontrolör gelip damgayı vurdu "Hoş gelibsiz..." diye.
Zorlukla aldığımız vizenin üzerine...

Sonra "mamlakat"larına giriş yaptık.
Gördüğümüz çoğu kelime bize yabancı değildi.
Dil kurgumuz çok benziyordu.
Ayni yapıda cümleler kuruyorduk.

Sayıları aynen telaffuz ediyorlardı.
"Bir", "ikki", "on-beş", "bin" söylüyorlardı.
"Çayhana" diyorlardı, "Aşhana" kullanıyorlardı.
"Çorba" içiyorlardı, "dolma" yiyip, "pilâv" kaşıklıyorlardı.
Üzerine de "kavun, karpuz" yiyorlardı.

Benzer yapıda insanlardık.
Davranışlarımız, tepkilerimiz farklı değildi.
Ayni dili konuşuyorduk.
Benzer ""ları, "taam"ları yiyorduk.

Atasözlerimiz bile ayniydi:
"Yogoç yoshkan bukildi" diyorlardı.
"Ağaç yaş iken eğilir" demek istiyorlardı.

Bir pazar yerindeki panoda aynen şöyle yazıyordu:
"Soragannıng bir yuzi qora, bermaganning iki yuzi"
Yani, "soranın bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü..."

Atalarımız buralarda at koşturmuşlardı.
Aradan çok ama çok uzun zamanlar geçmişti.
Araplar, Ruslar derken biri birimizden kopmuştuk.
Arap harfleri, Kiril alfabesi derken uzaklaşmıştık.
Bir millet, ama farklı iki memleket olmuştuk.

Yeni yeni Latin harflerine geçiyorlardı.
"o"ları "a"; "a"ları ise "e" yaparak okumanız gerekiyordu.
"ch"leri "ç"; "sh"leri "ş" ve "x"leri de "h" olarak okuyorlardı.
Onun için basit kelimeleri anlamak kolay oluyordu.

Bulmaca çözer gibi çözüyorduk yazılarını.
Ama konuşmakta, anlaşmakta halâ zorluklar vardı.
Ayni ağacın kökleri ve yaprakları gibiydik.
Geçen zamanda köklerle, yapraklar epey uzak kalmıştı.

Dalların kucaklaşmasına.
Gerek vardı.
Ne de olsa.
Kökler aynıydı...

28 Eylül 2009 Pazartesi

TİMUR'UN ÜLKESİNDE...


"Agar bizning kuch, gudratimizga subha gilsang,
biz qurgan imoratlarga baq..." Timur (1336-1405)


Geçen hafta "Ramazan Bayramı" tatili vardı.
Arkadaşlarımın bir bölümü Avrupa'ya gidecekti.
Londra'ya, Floransa'ya, Prag'a...

Bana soruyorlardı "sen nereye gideceksin" diye.
Ben de yanıtlıyordum :
"Özbekistan'a..."

Şaşırıyorlardı.
Burun kıvırıyorlardı.
Özbekistan'a da gidilir miydi.
Roma, Viyana, Barselona oralarda dururken...

Özbekistan, Asya'nın tam ortasında yer alıyor.
İstanbul'dan kuş uçuşu 3611 km. uzaklıkta.
Genç bir ülke.
"Mustaqillik"lerini 1991 de kazanmışlar.
Ama oldukça eski bir yerleşim bölgesi.
2700 yıllık bir tarihleri var.

Özbekistan, ismini ilk Türk Devleti'nin Başkanı'ndan alıyor.
Altınordu Devleti Han'ı Özbek Han'dan...
Burası -ilk isimleriyle- Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin suladığı bir bölge.
Araplardan sonra adları Amu Derya ve Siri Derya olan nehirler.
İki nehir arasında kalan bölge.
Arapların "Mavera ün nehir" ismini verdikleri yer.
13.000 km.'lik "Büyük İpek Yolu"nun tam göbeği.
O dönemlerden beri zengin bir bölge.
Tarım ve ticaretiyle ün yapmış.

Büyük İskender, MÖ 329 yılında Semerkand'ı fethetmiş.
Sonrasında da şunları söylemiş :
"Buranın güzelliği ile ilgili söylenen herşey doğruymuş".
Ve eklemiş, "tek fark hayâl ettiğimden daha güzel olması..."

Öylesine güzel, öylesine zengin bir yer Semerkand.

Timur, büyük İmparatorluğunu burada kurmuş.
Küçük Asya, Hindistan ve Çin'in bir bölümüne egemen olmuş.

Taşkent, Hiva, Semerkand ünlü kentlerinden.
Kubbet-ül İslâm denilen 7 kutsal şehrinden birisi de burada.
Kızılkum çölünün ortasındaki Buhara'da.
Geçmişte yalnızca Buhara'da 100 dolayında Medrese varmış.
Oxford, Harvard'ın olmadığı dönemlerde bir Üniversite kenti.
Nakşibendî Şeyhi Bahaddin'in mezarı da burada bulunuyor...

Buraları Müslümanlığın bilim, sanat ve kültür merkezleri.
Al Harezmî, Buharî, Birunî ve Uluğ Bey buralarda yetişmişler.
İslâm Rönesansını bu topraklarda yaratmışlar.

Günümüzde Özbekistan zengin bir ülke.
Yüzölçümü bizim memleketimizin yarısı kadar.
Ancak, verimli ve düz topraklarında bilinçli tarım yapılıyor.
Tarım ürünleri çok bol ve kaliteli.
Pamuk üretiminde dünyada ilk sıralarda yer alıyorlar.
Altın üretiminde de öyle.
Gazı var, petrolü var.
Zengin mi zengin.
Bu zenginlik henüz Özbek halkına pek yansımamış olsa da...

Ama tüm bunların yanında müthiş bir de tarihî zenginliği var.

Timur'un söylediği gibi: "Bizim güç, kudretimizden şüphe edenler, kurduğumuz imaretlere baksınlar..."

Bu eserler ancak Özbekistan'a gidip, görünce anlaşılıyor.
Yoksa Paris'e, Madrit'e gitmekle değil...


.

.

17 Eylül 2009 Perşembe

ESKİ TELEVİZYONLAR...



Ankara Televizyonu 31 Ocak 1968 tarihinde yayına başladı.
Bundan tam 41.5 yıl önce...

"Burası üçüncü bant, beşinci kanal'dan deneme yayınları yapan Ankara Televizyonu" diyerek...

Her evin, her odasında bir televizyon yoktu o dönemde.
Televizyonlar siyah-beyazdı.
Buna sahip olanlar da parmakla gösterilirlerdi.

Zafer Cilasun'dan "Haberler"i izlemiştim ilk gece.
Vatandaşlarla birlikte, bir halk kahvesinde...

Televizyonu olmayanlar, olanlara misafirliğe giderlerdi.
Yayının olduğu Pazartesi, Çarşamba ve Cumartesi günleri...
Bunlara da "telesafir" denilirdi.

Sonra yavaş yavaş evlerimize televizyonlar girdi.
Grundig veya Telefunken markalı.

Kalın camlı, kahverengi formika kutulu.
Tüplü, lâmbalı ve de yakından kumandalı...

Bu cihazlar salonun en baş köşesine yerleştirilirdi.
Üzerine de muhakkak dantelli bir örtü örtülürdü.
Cihazın anteni evin çatısına özenle yerleştirilirdi.

Görüntüler çoğu kez karlı, karıncalı olurdu.
Her rüzgârdan sonra görüntü muhakkak bozulurdu.
Çatıya çıklır, antenin yönü yeniden ayarlanırdı.
Cam gibi görüntüsü olan evler çok takdir edilirdi.

Yayınlar saat 19.00 da başlar, 23.00 sıralarında biterdi.
İstiklâl marşı ve Anıtkabir görüntüleriyle...
Sonrasında da "Televizyonunuzu Kapatmayı Unutmayınız" yazısı çıkardı.

Ondan sonra da rahatsız edici, tiz bir ses duyulurdu.
İki gün sonra açılmak üzere düğmesine basılıp kapatılırdı.
Zamanla televizyon kültürümüz gelişti.
Hemen her evde bir tane siyah-beyaz televizyon oldu.

1970'li yıllarda yavaş yavaş alıştık bu cihaza.
Yapacak başka şey yoktu.
Sinema'dan koptuk, daha sık TV izler olduk.

TRT, TV yayıncılığında başlangıçta hayli acemi idi.
70'li yılların ortalarında diziler ilgi çekmeye başladı.
Haberlerden sonra, konulan bir "dizi film" ile gün kurtarılırdı.
İlgiyle izlenen dizilerdi bunlar.

Örneğin "Uzay Yolu" bizim kuşağın ilk göz ağrısıydı.
Atılgan isimli Uzay gemisinde geçerdi olay.
Kaptan Kirk ve uzun kulaklı Mr. Spock'ı ilgiyle izlerdik.

"Beyaz Gölge" de ilgiyle izlenirdi.
Ken Reeves, Carver Lisesi Basketbol takımının antrenörü idi.
Dizi, bu Koç ile haylaz öğrencileri arasındaki ilişkileri işlerdi.
Basketbol'ün sevilmesinde önemli rol oynamıştı o dönemlerde...

"Tatlı Cadı" inanılmaz güzel bir komediydi.
Burnunu oynatarak akıl almaz işler yapardı Samantha.
Kocası Darrin ve kaynanası arasındaki ilişkiler keyifle izlenirdi.

"Dallas", tüm zamanların en ilgi çeken dizisiydi.
Teksas'da Ewing'lerin çiftliğinde geçerdi tüm olaylar.
JR, Bobby, Pamela, Lucy, Sue Ellen, Barbara arasında.
Karmaşık ve de çapraşık aile ilişkileri izlerdik her Pazar akşamı.
Merakla ve heyecanla...

"Küçük Ev" ise bir ailenin yaşamını anlatırdı.
Dallas'ın aksine, bu aile iyi insanlardan oluşmuştu.
Baba Charles Ingalls ve anne Carolin melek gibi insanlardı.
Kızları Laura ve Mary ile mutlu bir aile tablosu çizerlerdi.
Amerika'nın kuruluş yıllarından güzel örnekler verirlerdi.

"Kökler" dizisi de bizleri oldukça etkilemişti.
Afrika'dan Amerika'ya getirilmiş bir kölenin yaşamı anlatılırdı.
İlgiyle izlerdik kara derili Kunta Kinte'nin başından geçenleri.

"Kara Şimşek" de ilginç bir diziydi.
Murat 124 ve Renault 12'den başka otomobil görmemiş bizlere ilginç gelirdi.
Michael , otomobiliyle konuşurdu.
KITT adındaki bu otomobille bir de 500 km. hız yapardı.
Bizler de önünde yanıp sönen ışıklarına bakıp izlerdik diziyi.
Bu ışığın mavi mi, kırmızı mı olduğunu bile bilmeden...

"Charlie'nin Melekleri"ni de beğeniyle izlerdik.
Farrah Fawcett başta olmak üzere 3 kız vardı başrolde.
Hepsi de çok güzel ve akıllı 3 kız...
Patronları Charlie için bir sürü macera yaşarlardı her bölümde.

"Aşk Gemisi" de uçuk bir diziydi.
Baş rolde Kaptan Stubing olurdu her öyküde.
Beyaz üniforması, kel kafası ile canayakın bir kaptandı.
Doktor ve ekibiyle sorunları çözümlerdi her dizide.
Bizlerin hayal bile edemeyeceğimiz güzel bir gemisi vardı.
Benzeri gemilere günümüzde bile hala "Aşk gemisi" deniliyor.

"Heidi", özellikle kızımın çok seviği bir çizgi filmdi.
Baştan sona ilgiyle izlerdi bu diziyi.
İsviçre Alplerinde bir dağ köyünde geçerdi tüm öykü...
Büyükbaba ve Bayan Rottenmeier yaşlı kişilerdi.
Keçi çobanı Peter ve Clara da arkadaşlarıydılar Heidi'nin.
Güzel manzaraları renkli tahayyül eder, izlerdik.

"Tom ve Jerry" de hoş bir çizgi filmdi.
Sevimli bir kedi ile afacan bir fare oynarlardı başrolde.
Maceralarını gülerek izlerdik onların da...

"Kaçak" da her hafta merakla izlenen bir diziydi.
Dr. Richard Kimble, eşini öldürmekten cezaya çarptırılmıştı.
Aslında cinayeti tek kollu bir katil işlemişti.
Dr. Kimble bir fırsatını bulup kaçmıştı.
Gerçek katili bulup, kurtulmalıydı.
Ama Dr. Kimble'ın peşinde de Komiser Sam Gerrard vardı.
Dr. Kimble, hem katili bulmak hem de Polisten kaçmak zorundaydı.
Dizinin son gecesi tüm Türkiyede yaşam durmuştu.

"Colombo" da çok ilgiyle izlediğim bir dizi olmuştur.
Her hafta, çok akıllı işlenmiş bir cinayet konu edilir.
Pejmürde kılıklı bir komiser bu işi çözmekle görevlendirilir.
Buruşuk pardüsölü, dağınık komiser Colombo sorar da sorar.
Öyle akıl yürütmeler kullanıp zeki katilleri mat eder ki...
Siz bile Colombo'nun katili nasıl bulduğuna şaşırırsınız.

"Bonanza" ise bir Amerikan çiftliğinde geçen bir diziydi.
Olaylar Penderosa arazisinde geçerdi.
Baba Cartwright ve 3 oğlunun başından geçenler anlatılırdı.
Keyifle izlenen bir western dizi filmiydi.

Tüm bunların yanında Türk dizileri de büyük ilgi toplardı.

Bunlardan "Aşk-ı Menu" ilk çekilen Türk dizi filmiydi.
Halit Ziya Uşaklıgil'in romanından uyarlanmıştı.
Müjde Ar ve Salih Güney başrolde oynamışlardı.
Bihter ve Behlül rollerinde...
Her ikisinin de genç ve güzel dönemleriydi.
İlgi ile izlemiştik bu ilk Türk dizi filmini.

"Kaynanalar" da tüm Türk halkı tarafından beğeniyle izlenirdi.
Tekin Akmansoy inanılmaz biçimde doğal oynardı.
Kayserili Nuri Kantar rolünü.
Nöriye, Ticen, Timür, Döndü ve Kerim de bizlerden birileriydi.
Güle güle seyrederdik maceralarını, ilişkilerini.
Annelerimizle, babalarımızla...

Günümüzde sayısız TV kanalı var.
Rengârenk diziler yayınlıyorlar.
Duvara monte, kağıt inceliğinde ve panoramik ekranlarda.
Üç boyutlu, HD kalitesinde görüntü veriyorlar.
Gümbür gümbür "surround" ses sistemleri ile.

Ama 70'li yılların dizilerinin tadı hiçbirisinde yok.
İnanın ki yok...


1970 yılı TRT Dizilerinin fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipN72nZo95KUvBiD5UAOjImmS-mXBJRQ5LSmO9Kqn51L1fIj5lopVNCMVALRripiaQ/photo/AF1QipOu_b7P2Ketnq7a5k99Hq1xSgpEGp0nAXXZDmH9?key=Ulk1MXBfWHkxVmU2ZFdsbXJ6c2dWWXczWW9vVHRR

.