YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

25 Kasım 2009 Çarşamba

SULUKULE...


İstanbul surlarının en güzel bölümüdür.
Yedikule ile Haliç arasında kalan bölümü…

İstanbul’da vakit bulursam gezerim surları.
Yürüyerek, içinden ve dışından.
Hem 1000 yıllık bir tarihe tanık olursunuz.
Hem de İstanbul’un güncellenmiş sosyal yaşamına…

Bu bölümün şüphesiz en renkli yeridir Sulukule.
Daha doğrusu renkli yeriydi burası...

Geçenlerde surları gezerken uğradım Sulukule’ye.
Büyük hüzünle dolaştım bu kez orayı.
Üzüntüyle görüntüledim.

Yerle bir edilmişti.
Esmer vatandaşlarımızdan kimsecikler yoktu.
Klarinetler, darbukalar susmuştu.
Oyun havaları duyulmuyordu.
Göbekler atılmıyor, paralar sıkıştırılmıyordu.

Eski canlılığından eser kalmamıştı Sulukule’nin..
Sessiz, ölü bir yere dönüşmüştü.
Molozlar, mezar toprağı gibi örtmüştü Sulukule’yi.

Halbuki 1000 yıldır buradaydılar.

Önceleri surların dışındaydılar.
Fetih’ten hemen sonra da içeri alınmışlardı.
Sulukule’ye yerleştirilmişlerdi.
Edirnekapı’da surların hemen içine.

500 yıldır da burada yaşıyorlardı.
Sulukule’ye gelenleri de yaşatıyorlardı.
Tüm mutlulukları, tüm neşeleriyle…

Kentsel dönüşüm projesi”ne takıldılar.
Basit evleri boşaltıldı önce.
Arkalarına bakıp gittiler.
Sonra da greyderler geldi.
Yerle bir ettiler tüm evleri, tüm yapıları.

Şimdi dümdüz bu alan.
Sessiz ve bitkin.

Ama yakında apartmanlar yükselecek.
1000 yıllık bir yaşam da silinip gitmiş olacak…

Sulukule’nin en son fotoğrafları için :
https://photos.google.com/album/AF1QipPqVaP9rqTOn3yQrUBtD6zh0tGswuL8mQ1ybm9q/photo/AF1QipO-oe4kQMDUJrVvr4Z4e_SbDvfc8_sDujIOAcyA

.

19 Kasım 2009 Perşembe

CAZ'IN DÜKÜ İLE...


1969 yılında İngiltere’ye gönderilmiştik.
Dr. İhsan Doğramacı tarafından.
İngiltere’nin batı kıyılarındaki Bristol kentine.
Hacettepe Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi olarak.

Bilgimizi, görgümüzü artırıp dönecektik.
İşe bak ki hiç millî olmamıştık.
İlk kez deplâsmana çıkacaktık.
Üç ay süreyle küffar illerinde kalacaktık.

O dönemlerde döviz sıkıntısı var.
Dilediğin kadar para çıkartamıyorsun.
Ancak 200 dolar çıkartmana izin var.
Çıkartabilenler de bir yerlerine saklayıp çıkartıyor.
Öğrenci olduğumuz için bizde o kadar para zaten yok…

10 cent'e mutaç bir ülkeydik.
200 doları zorla bir araya getirdik.
Bu da 80 Sterlin kadar para ediyordu.
Üç ay süresince bununla yiyip, içip, gezecektik.

Neyse ki hastanede kalıyorduk.
Gündüzleri orada yiyor, içiyorduk.
Hastaneye de yürüyerek gidip-geliyorduk.
Fazla harcamamaya özen gösteriyorduk.

Günlerden bir gün bir duyuru gördük.
Duke Ellington, geliyormuş.
Konakladığımız kente, Bristol’e...
70. doğum yıldönümü için konser vermeye.

Duke Ellington diyince duracaksın.
Bu adam caz denilince dünyada akla gelen ilk isim.
Böyle bir fırsat elimize bir daha geçer mi bilinmez.
Caz'ın dükünü dinlemeden de geri dönülmez...

1.5 aydır zaten gurbetteyiz.
80 pound’un yarısını yemişiz.
Geriye kalmış 40 pound kadar bir para.
Sadece konsere giriş ücreti zaten bunun üzerinde.

Neyse ki kenarda, köşede daha ucuz biletler var.
Kafa başı 10 pound’a…

Bileti alsak cepte sadece 30 pound kalacak.
Bu para ile en az bir ay idare etmemiz gerekecek.
Bir de daha eşe dosta hediyeler alacağız.

Aras
ile birlikte iki gün düşündük.
10’ar poundumuza kıydık.
Kıytırık bir yerden biletlerimizi aldık.

Dönüşte bunu arkadaşlarımıza anlatır, havamızı atarız.
Çocuklarımıza da ileride anlatacak birşeylerimiz olur…

Neyse, 25 Kasım günü geldi.
Colston Hall denilen konser salonuna gittik.
Burası Beatles’i meşhur eden bir müzik salonu.
1963-64’lerde…

Arkalardayız ama hiç dert değil.
Kulaklarımız duyuyor.
Kenardan köşeden sahneye de hâkim sayılırız.
Protokol sırasındaki bir Vali kadar da mutluyuz.

Derken, “Duke” çıktı sahneye.
Orkestranın hem kurucusu hem de şefi.
Piyanosunun başında hem konuşuyor hem de çalıyor.
Kalabalık bir orkestra.
Trompetcisi, saksafoncusu, davulcusu, flütcüsü…
Tam 15 kişilik bir topluluk.

Müthiş bir ritmle ve birliktelikle çalıyorlar.
Hepsi de işini iyi biliyor.
Yanlışlık, aksama hak getire.
Parçaları büyük bir rahatlıkla icra ediyorlar.

Keyifle iki saat geçirdik.
Olağanüstü caz parçaları dinledik.
Rockin'In Rhythm, Satin Doll, Caravan, Black Swan gibi.
Yerimizin arkalarda olması hiç önemli değilmiş.
Onlarla birlikte olmak, müziği yaşamak gerekirmiş.
Genç yaşımızda bunu anladık.

Duke Ellington ve arkadaşlarını bir daha seyredemedik.
Cazz’aziz “Duke” beş yıl sonra 1974’de öldü.
Caz’a damgasını vurdu gitti.
Yaşasaydı bu yıl 110 yaşında olacaktı.
Toprağı bol olsun…

Bu konserden 40 yıl sonra Internet'te bu konserin canlı kayıt CD'sinin var olduğunu gördüm. ABD'de bulunan sınıf arkadaşım Dr. Timur Sümer'den bu CD'yi bana göndermesini rica ettim. Kısa zamanda buldu ve gönderdi. 25 Kasım 1969'da Colston Hall'de canlı kayıt müziğin ilk parçasını video haline getirdim. Kaydın başında ve sonunda benim ve Aras'ın alkış seslerimizi bakalım duyabilecek misiniz :



.

16 Kasım 2009 Pazartesi

PANORAMA 1453


Topkapı garajında inerdiniz otobüsten.
20-30 sene önce Anadolu’dan İstanbul’a geldiğinizde.

Milyonluk bir şehrin panoramik göstergesiydi Topkapı Garajı.
Yüksek tondaki sesleriyle çığırtkanlar karşılardı sizleri.
Tüm üç kağıtcılar, dolmuşçular, satıcılar buradaydı.
Kalabalık, gürültülü, pis, kötü bir yerdi Topkapı Garajı.

Tam karşısında Topkapı surları bulunurdu.

Garajdan kurtulduğunuzda tarihle baş başa kalırdınız.
Bir anda geçiş yapardınız.
20 yüzyılın İstanbul’undan 15. yüzyılın İstanbul’una.

Yakın bir zamanda kaldırıldı Topkapı Garajı.
Otobüs terminali Bayrampaşa’ya nakledildi.
Uzun yıllar boş kaldı bu alan.
29 Mayıs 1453 İstanbul’un fethinin gerçekleştiği mekân.

Sonrasında İstanbul Belediyesi güzel bir proje başlattı.
Önce bu alanı boşalttı.
Sonra burası güzel bir park haline getirildi.
Surların önü açıldı.
Topkapı surları panoramik biçimde görünür hale getirildi.

Sonra da ortasına bir Müze yerleştirildi.
Panorama 1453” müzesi.
Fethin 555. yıldönümünde de açılışı yapıldı.

Gezdiğinizde çarpılıyorsunuz.
Bu tarihi yerde, böylesine görkemli bir müze.
İnanamıyorsunuz.

Müze iki bölümlü.
Alt katta çok sayıda posterler var.
Fetih ile ilgili bilgiler içeren…

Esas çarpıcı kısım ise üst katta.
29 Mayıs 1453 sabahını anlatan panoramik görüntü.
Olağanüstü görsel bir anlatım.

8 ressam tarafından yapılmış üç boyutlu bir çizim.
Silindirik bir tablo ve küresel bir gökyüzü.
Kubbe çapı 38 m., tablonun yüksekliği ise 16 m.
Panoramik resmin büyüklüğü 2350 metrekare.
Çevresel devasa bir tablo.

Fetih günü tasvir ediliyor.
Canlı, gerçekçi bir anlatımla.
10.000 dolayında figür resmedilmiş.
Askerler, toplar, oklar, yaylar, kılıçlar, atlar.
Top sesleri, gürültüler, mehter marşları yankılanıyor.
Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları duyuluyor.
O sabahı yaşıyorsunuz.

Dışarı çıkıyorsunuz.
Topkapı garajının eski kötü görüntüsünden eser yok.
Güllerle bezenmiş, geniş yeşil bir alan.
Surlar da panoramik biçimde karşınızda.
Tüm heybetiyle ve tüm görkemiyle…

Emeği geçenlere bin kez teşekkür.


Panorama 1453 Müzesi Fotoğraflarım :
http://picasaweb.google.com.tr/tanyeri/Panorama1453#


.

10 Kasım 2009 Salı

ATATÜRK'ÜN MÜZİĞİ...


Refik Fersan, Türk Müziğimizde unutulmaz bir abidedir.
Besteci ve tambur sanatçısıdır.

Rüzgâr uyumuş ay dalıyor
Dün yine günümüz geçti beraber” 
ve “Düştü enginlere bir ince hüzün” 
onun en bilinen şarkılarındandır.

Cumhuriyet sonrasında Atatürk’ün takdirlerini kazanmıştır.
1924’de “Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyeti Şefi” olmuştur.
Çankaya’da Atatürk’ün sofrasında ona eşlik etmiştir.

O yıllarda bir gece yine Atatürk’ün huzurunda fasıl yapılmaktadır.
Fasıl “saz semaisi” ile sonlanmıştır.
Atatürk, Refik Fersan’la konuşur.
Saz semaisinin yavaş temposundan yakınmıştır.
Fasıl’ın “zeybek havası gibi kıvrak bir ezgi” ile bitmesini arzu etmiştir.

Fasıl zaten sona ermiştir.
Ara verilmiştir.
Refik Fersan ayağa kalkar.
Atatürk’ün arzusunu yerine getirmek için tenha bir yere çekilir.
O anda aklına gelen notaları bir kâğıt parçasına yazar.
Sonuna da zeybek temposunda bir oyun havası ekler.

Bu iş Refik Fersan’ın 15 dakikasını almıştır.
Eseri bir kez daha gözden geçirir.

20 dakika sonra salona tekrar girer.
Atatürk, nerede olduğunu sorar.
Paşam” der. 
Emirlerinizi yerine getirmek için dışarı çıkmıştım”.
Müsaade buyurursanız şimdi bestelediğim semai’yi dinleteceğim”.

Atatürk şaşırır.
Refik Fersan, hemen eseri tamburu ile icra etmeye koyulur.
Atatürk eseri keyifle dinler.

Konuklarına dönerek “haydin bakalım” der.
Hep birlikte zeybek oynayacağız...”.

Tekrar tekrar bu eser çalınır ve birlikte zeybek oynarlar.

Ölümsüz bir beste Türk Müziğimize kazandırılmıştır.
Hem de tam 20 dakikada.
Nikriz Saz Semaisi” başlığıyla.
Atatürk'ün önerisi ve Atatürk'ün isteğiyle...



Nikriz Longa, Murat Tokaç: