YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

29 Aralık 2008 Pazartesi

HİCAZ DEMİRYOLU...


Şam tren istasyonu şehrin merkezinde bulunur.
Bu istasyon, Hicaz demiryolu'nun başlangıç noktasıdır.
Hicaz demiryolu tam 100 sene önce yapılmıştır.
Osmanlı döneminde, 1908 yılında.
Bu sene yapımının 100. yılı kutlanıyor.
2008' de...

Ancak burası artık görev yapmıyor.
Müze olarak ziyaret ediliyor.
Buraya gelen demiryollarının yerinde şimdi büyük bir çukur var.
Koca Osmanlı'yı gömmek için açılmış gibi.
Beş yıldızlı bir otel ve alışveriş merkezi yapılacakmış.

Hicaz Demiryolu Osmanlı'nın çok önemli bir projesi.
II. Abdülhamit döneminde yapılmış.
Çok büyük bir girişim.
Osmanlı'nın sonunu hazırlamış bir proje.

Ana amaç kutsal topraklara kolay ulaşım.
Yani Kudüs, Mekke ve Medine'ye...
Ama projenin askeri, siyasi ve ekonomik yönleri de var.
Hiç gözardı edilmemesi gereken...

Osmanlı buralara asker ve mühimmat taşımayı amaçlıyor.
Bu geniş coğrafyada ülkenin güvenliği önemli.
Almanlar ise bu yolla petrole ulaşmak istiyor.
Fransızlar, İngilizler ise buralarda egemen olmak istiyorlar.

İnşaat 1 Eylül 1900 tarihinde Şam'da başlıyor.
5 yılda Hayfa'ya kadar geliniyor.
1 Eylül 1908'de ise Medine'ye ulaşılıyor.
Hicaz hattı
dedikleri işte bu.
8 yılda tamamlanıyor.

İnşaatta 43 mühendisimiz ve 7500 askerimiz çalışıyor.
Yan bağlantıları ile 1766 km yol döşeniyor.
4 milyon Osmanlı altını harcanıyor.
Yapım sırasında binbir zorlukla karşılaşılıyor.

1916' da İngiliz Lawrence devreye giriyor.
İngiliz hükümeti destek veriyor.
Bu topraklarda isyan başlatılıyor.
Arap Emiri Şerif Hüseyin ayaklandırılıyor.
Mısır ve Yemen kışkırtılıyor.
Hicaz tren hattı bedevilerce tahrip ediliyor.
Askerlerimiz bölgeye ulaşamıyor.
Güvenlikleri ortadan kalkıyor.
6 ayda tüm arap toprakları elden çıkıyor.

Dört bir cephede savaşan Osmanlı yoruluyor.
30 Ekim 1918' de Mondros antlaşması imzalanıyor.
Suriye, Yemen, Irak
ve Hicaz'dan tümüyle çekiliyoruz.
Hicaz demiryolu böylece Osmanlının sonu oluyor.
Hat bitirildikten toplam 10 yıl sonra...

Neyse ki, günümüzde böyle ayak oyunları artık pek olmuyor...



veya:

25 Aralık 2008 Perşembe

ŞAM'DA ÜÇ KAHRAMAN...


"Bu yaz Meğri'deydim..." desem artık kimse anlamaz.
Meğri, antik "Telmessos" kentinin adıdır.
1424 yılında Osmanlı'nın eline geçmesiyle "Meğri" adını almıştır.
Uzak şehir anlamındadır....

O dönemlerde ulaşılması hayli güç bir yerdir.
Bugünki ismi "Fethiye" olarak bilinir.
Muğla ilimize bağlı turistik bir beldedir.
Fethiye ismini 1934 yılında alır.
Tayyareci Fethi Bey'in anısına...

Fethi Bey 1907 yılında Bahriye Mektebi'ni bitirir.
1911'de İngiltere'nin Bristol kentine gider.
Burada havacılık eğitimi alır ve Pilot olur.
Dönüşte Yüzbaşılığa yükseltilir...

8 Şubat 1914'te uzun soluklu bir yolculuk plânlanır.
Tayyareci Nuri Bey ile birlikte.
İ
stanbul-Kahire-İskenderiye arasında uçulacaktır.
Tek motorlu, kırmızı-beyaz ay yıldızlı iki ayrı uçakla...

1914 yılında Osmanlı'nın hali perişandır.
Balkanlarda yenilgi üstüne yenilgi alınmıştır.
Millete biraz moral verilmesi gerekmektedir.
İstanbul-Kahire uçuşu büyük başarı olacaktır...

Milletin üzüntüsü, sevinç'e döndürülecektir.
Muavenet-i milliye ve Prens Celaleddin 
isimli uçaklar hazırlanır.
Yanlarında da birer rasıt (gözlemci) alırlar.
Sadık ve İsmail Hakkı Bey'ler...

Hazırlıklar yapılır.
İzlenecek rotalar özenle belirlenir.
Meşin ceketler giyilir.
Eldivenler, gözlükler takılır....

Soğuk, yağmurlu bir kış gününde motorlar gürültüyle çalıştırılır.
Ve 18 Şubat 1914'te yolculuk başlar.
İstanbul,Eskişehir,Afyon,Konya,Ulukışla 
Üzerinden Toroslar aşılacaktır.
Sonrasında Adana,Halep,Humus,Beyrut ve Şam geçilecektir.
Kudüs ve Kahire üzerinden İskenderiye'ye kadar gidilecektir...

2515 km lik uzun bir yoldur bu.
70 beygir gücünde uçaklarla yapılacaktır bu yolculuk.
Saatte ancak 100 km hızla gidebilen.
Bez kanatlı uçaklarla...

Yolda birçok sorunla karşılaşılır.
Toroslar'ı zorlukla geçerler.
Fethi ve Sadık Beyler.
Ve 10 günde Şam'a gelirler...

27 Şubat'ta da Şam'dan havalanırlar.
Kudüs'e kadar uçulacaktır.
Golan tepeleri üzerinde türbülansa yakalanırlar.
Uçak Taberiye gölü yakınlarında düşer.
İkisi de şehit olur...

Sorunlarla boğuşan Nuri Bey'in uçağı bir gün gecikmeyle Şam'a gelir.
Onları hüzünlü bir kalabalık karşılar.
Kötü haberi orada öğrenirler.
Arkadaşlarını Şam'da toprağa verirler...

Artık bu yolculuğun tamamlanması şart olmuştur.
Bir hafta sonra sonra Nuri Bey'in uçağı yeniden yola koyulur.
Yafa'ya kadar gelirler.
8 Mart 1914 günü Yafa'dan havalanırlar...

Fakat ters bir rüzgarla denize çakılırlar.
İsmail Hakkı Bey kurtarılırsa da Nuri Bey şehit olur.
Fethi, Nuri ve Sadık Beyler.
İlk Hava Şehitlerimiz olarak tarihe geçerler...

Mezarları Şam'dadır.
Emeviye Camisinin yanında.
Selahaddin Eyyubî türbesinin avlusunda.
Bembeyaz müşterek mermer kabirlerinde...

Ayrı ayrı uçaklarla başlamışlardır bu yolculuğa.
Yürek yüreğe aşmışlardır onca yolu.
Şimdi, kol kola, yan yana yatmaktadırlar Şam'da.
Yalnız başlarına.
Kırmızı-beyaz, ay yıldızlı simgelerin altında...



23 Aralık 2008 Salı

NE ŞAM'IN ŞEKERİ...


Şam, dünyanın en eski başkenti.
4 milyon nüfusu var.
Suriye'nin güneyinde.
Geniş bir düzlükte...

Doğusunda "Kasyon dağı" yüce bir tepe.
1200 metre yükseklikte.

Habil ve Kabil, Adem ile Havva'nın ilk çocukları.
Kabil, kardeşi Habil'i işte bu dağda öldürüyor.
Dünyada işlenmiş ilk cinayet bu.
Polis, araştırma, soruşturma, yargı, ceza yok.
Sonuç; Ortadoğuda kardeş kavgası halâ sürüyor...

Günbatımında Şam'ı kuşbakışı seyredebiliyorsunuz buradan.
Anatomisini anlayabiliyorsunuz yukarıdan.
Ancak kentin geçmişini anlamak kolay değil.
Tarihi de aynen Şam'ın sokakları gibi.
Karmakarışık...

Şam, güngörmüş, medeniyetlere beşiklik etmiş bir kent.
Bizans ve Roma milattan önce burada egemen olmuş.
Sonra Emeviler, Memluklular, Eyyubi'ler tarafından yönetilmiş.
400 yıl da Osmanlı kenti olarak kalmış.

Sultan II. Abdulhamit bir kapalıçarşı yaptırmış burada.
Hamidiye Çarşısı.
Renkli, büyülü bir atmosferi var.
Kalabalıktan geçilmiyor.
Uzunluğu 1200 metre.
Çıkış kapısında Roma döneminden kalıntılar var.
Jupiter tapınağının görkemli üç sütunu...

Bu kalıntının hemen yanında muhteşem bir cami.
Emeviye Camisi.
İslamın ilk camilerinden.
MS 705 yılında Hz. Yahya kilisesi yıkılarak yapılmış.
Jupiter tapınağının kalıntılarından...

Çok geniş bir avlusu var.
Mimari özelliği ve süslemeleri müthiş.
Namaz vakitlerinde.
Ezan okunuyor 4 İmamla birlikte...

Kerbelâ'da şehit edilen.
Hz. Hüseyin'in başı da.
Ediliyor muhafaza.
Bir türbede burada...

Şam, sahabeler kenti olarak biliniyor.
Sahabe, Hz. Muhammed'i görmüş, onunla konuşmuş kişi demek.
Kentte o kadar çok sahabe ve evliya kabri var ki.
Gezmekle bitirilemez.

Şam'ın şekeri meşhur.
Tadı nefîs.
Eğer "Ne Şam'ın şekeri, ne de arabın yüzü" diyorsanız.
O zaman kendi yüzümün resmini koyuyorum.
Eh !.. "Bundan iyisi de Şam'da kayısı..."


18 Aralık 2008 Perşembe

HALEP ORADAYSA...



"Arşın" eski bir uzunluk ölçüsü birimidir.
60-70 cm kadardır.

Eski dönemde adamın biri atıp tutuyormuş.
"Ben, bin arşın öteye atlarım" diye...
"Peki, o halde atla da görelim" demişler.
"Burda olmaz, ben Halep'de atlarım" demiş adam...

Getirmişler arşın'ı ortaya.
"Halep oradaysa, 
arşın burada..." demişler.
Bu deyim böylece yerleşmiş dilimize...

Halep orada.
Ben de oradaydım.
9 günlük Bayram tatilinde.
Uzatmadan, palavra atmadan başlayalım :

Halep, ülkemizden bir kuş uçuşu mesafede.
Cilvegözü kapısından çıkıyorsunuz.
Bab el Hava kapısından Suriye'ye giriyorsunuz.
45 km sonra Halep'e ulaşıyorsunuz.

Mistik bir kent.
Halep.
Nüfusu 500.000 civarında.
Kalesi ile ünlü...

Kalenin geçmişi MÖ 3000'li yıllara uzanıyor.
Düzlükte yerleşmiş bir kentin tam ortasında yükseliyor.
Tüm kalenin çevresi derin bir hendekle çevrili.
Görüntüsü keyifli, gezmesi zevkli...

Çevrede "kayşani" denilen sarı-beyaz bir taş çıkıyor.
Kaleden bakıldığında tüm kent bir taş yığını biçiminde.
Tüm yapılar bu taşla yapılmış.
Yeşillik hak getire.
Arada bir palmiye ağaçları mevcut.
Bunun dışında her taraf kayşani bina...

Kentte çok sayıda cami, medrese, hamam ve kilise var.
Bu kültür mirası Unesco tarafından korumaya alınmış.
Hepsi ayrı bir mimari güzellikte, tarihi değerde...

Ama en ünlüsü kapalı çarşısı.
Toplam uzunluğunun 14 km olduğu söyleniyor.
Çarşı orada.
İnanmayan için de arşın burada.
Kalabalıktan ölçebilirlerse ölçsünler...

Kötü kalitede turistik eşyalar, baharat, dokuma satılıyor.
Daracık, karanlık, kalabalık sokaklar.
İnsanlarla, eşeklerle birlikte dolaşıyorsunuz.
Arada motosikletler de sizi sollamıyor değil...

Halep'in en güzel tarafı yemekleri.
Meze'leri, etleri, tatlıları.
Yemeye doyamıyorsunuz.
O denli güzel ve nefisler...

Daracık sokaklarında dolaşıyoruz.
İnsanlarını anlamaya çalışıyoruz.
5000 yıllık kenti bir günde tanımak istiyoruz.
Sayılı gün hızla geçiyor.
Tabii ki olmuyor...

İşte geldik, gidiyoruz.
Şen olasın Halep şehri.


Her ne kadar gizemini öğrenemediysek de...


15 Aralık 2008 Pazartesi

ESKİ VATAN TOPRAKLARINDA...


Bayram tatilinde Suriye'de idim.
36 kişilik bir Türk kafilesiyle birlikte.
Halep, Şam, Hama, Hums, Tartus ve Lazkiye'yi gezdik.

Suriye 1517 yılında katılmış Osmanlı topraklarına.
Tam 402 yıl bu topraklara egemen olmuş Osmanlı.
Alırken de çok şehit vermişiz, kaybederken de...
O dönemlerde Suriye diye bir yer yok.
Osmanlı burayı "bilâd-ül Şam" olarak tanımlamış.
Yanisi Şam Eyaleti...

Osmanlı ArabKürd'ü, Süryani'si Rum'u, Keldani'si Yahudi'si, Çerkez'i Dürzi'si ile tam 400 yıl yönetmiş bu coğrafyayı.
Sonra gün gelmiş, işler iyi gitmemiş.
Yedi düvel bir araya gelip dört bir yandan harmanlamışlar Osmanlı'yı.
Filistin, Lübnan, Ürdün, Hicaz, Irak, Yemen elden çıkmış.
Fransızı, İngilizi cetvelle sınırları belirlemişler.
Güneyimizde Suriye diye bir ülke oluşturmuşlar.
32 millet ve bir o kadar da dinden, mezhepten oluşan.
1946 da bağımsız kalmışlar.
Günümüzde Cumhuriyet'le yönetiliyorlar.

İlginç bir ülke, güzel bir coğrafya.
Görkemli Osmanlı eserleri var bu topraklarda.
Zamanı gelmiş terketmişiz bu eserleri de, bu toprakları da...
İlk sahibini arar gibi mahzun ve yalınız bu eserler.

Bunlardan birisi de Süleymaniye Külliyesi.
Mimar Sinan tarafından yapılmış.
1554 yılında.
Kapıları kapalı, mahzun ve yalınız.
Türkler geldiğinde özel izinle açılıyor kapıları.
Arka bahçesinde küçük bir kabristan var.
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin'in mezarı.
Ve yanı başında 17 tane Hanedan ailesi fertleri.

Bizim gibi bayramdan bayrama gelenleri oluyor.
Gelenler koruyucu Ahmed Muhammed tarafından gezdirilip, bilgilendiriliyorlar.
Görkemli İmparatorluğun son Padişahının basit ve bakımsız mezarını görüyorlar.
Gurup halinde mezarların fotoğraflarını çekiyorlar.
Sonra da gidiyorlar.
Yıllar önce terkedip gittiğimiz eserler gibi.
Eski vatan topraklarımız gibi...

4 Aralık 2008 Perşembe

ARGONOTLAR'LA...


Mitolojik bir olaydır Altın Post'un öyküsü.
MÖ 1200'lü yıllarda geçer.
Altın bir Post Yunanistan'dan Kolhis ülkesine kaçırılmıştır.
Burası doğu Karadeniz'deki şimdiki Gürcistan bölgesidir.
Kral Pelias, krallığı zorla kardeşinden almıştır.
Pelias kardeşinin oğlu Jason'dan bu postu geri getirmesini ister.
Eğer bunu başarırsa Krallığı ona devredeceğini söyler.

Cesur Jason, "Argo" adını verdikleri bir tekne yaptırır.
Tek yelkenli ve 55 kürekli bir gemidir Argo.
Gemide olanlara "Argonot" denilir.
Jason'a 50 yürekli Argonot yardımcı olur..
Hep birlikte Ege'ye açılır, boğazları geçerler.
Karadenizin hırçın dalgaları ile boğuşurlar.
Uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Kolhis ülkesine varırlar.
Ancak postu almak için buraya ulaşmak yetmemektedir.
Jason'un ateş püskürten bir ejderhayı öldürmesi gerekmektedir.

Kolhis ülkesinin Kralının kızı Medea, Jason'a yardımcı olur.
Postu bekleyen ejderhayı uyutur ve postu ele geçirirler.
Jason, Medea'yı da yanına alarak hızla ülkesine geri döner.

Ve bu mitolojik öykü 1984 yılında yeniden gerçekleştirilir.
İngiliz Tim Severin, Argo teknesinin bir benzerini yapar.
Yanına 50 yürekli, kuvvetli genci alır.
Basit bir pusulanın dışında teknolojiden hiç yaralanmazlar.
Yalnızca kürek çekip, yelken açarak ayni yolu yaparlar.

Tim Severin ve uluslararası ekibi Samsun Limanına geldiler.
İki gün süreyle Yelken Kulübü'nün rıhtımına bağlandılar.
Hepsi de yürekli, cesur gençler burada biraz soluklandılar.

20. yüzyıl Argonotlar'ıyla kısa bir süre birlikteliğimiz oldu.
Sonra, bir sabah gün doğarken onları Samsun'dan uğurladık.
Tek yelkenle ve küreklerle tekrar yola koyuldular.

Onlar da amaçlarına ulaştılar.
Kolhis ülkesine vardılar.
Altın postu bu kez bulabildiler mi hiç sanmıyorum.
Ama tümü hepimizin kalbini kazandılar.

Ama şimdi ne zaman Medreseönü ile Perşembe arasındaki Yason Burnu'ndan geçsem
hem Jason'u ve hem de T. Severin'i
ve de onların gözüpek Argonot'larını saygıyla anıyorum...



27 Kasım 2008 Perşembe

DEPLASMANDA MİLLÎ OLUŞUM...


Rhinostanbul toplantısı başarıyla bitmişti.
İki yıl sonraki Rinoloji Kongresi Finlandiya'da yapılacaktı.
Tampere'de ve 2006 tarihinde...
Dr. Metin Önerci'nin iki yıl süren Başkanlığı sona erecekti.
Bu toplantıya da iyi hazırlanılmalıydı.

21. ERS Kongresi 11-15 Haziran 2006'da yapıldı.
Beyaz zambaklar ülkesinde ve beyaz gecelerde.
Tampere'nin ultra modern Kongre Merkezi'nde...

Kongreye geniş bir Türk Rinoloji grubu katıldı.
Ben 14 Haziran günü bir bildiri sundum.
Türk Hekimi N.Taptas'ın 100 yıl önceki bir başarısını anlattım.
1900 yılında yaptığı Frontal sinüs ameliyatlarını...

Son gün Türk Rinolog'larının günüydü.
15 Haziran öğlen sonrası oturumu Türk'lere ayrılmıştı.
Uluslararası Kongrelerde böyle bir şey pek olmazdı.
Ama Dr. Önerci bunu önceden plânlamıştı.
Konuşmacıların tümü Türk Hekimleriydi.
Türkiye iyi bir biçimde temsil edilmeliydi.

Rhinoloji kelimesi Rhino'dan köken almaktaydı.
Rhino da Gergedan anlamındaydı.
Gergedan'ın boynuzu burun'u çağrıştırıyordu.
Rinoloji tüm dünyada bu isimle ve bu simgeyle anılyordu.

Internet'ten sanatsal gergedan resimlerini topladım.
Bir Afrika müziği eşliğinde biraraya getirdim.
Oturumun başlangıcında bu sanatsal gösteriyi sundum.
"Rhino-art" başlığıyla ve Türk Rinoloji Derneği adına...
Sunum, çok beğenildi.
Katılanlara Türk Lokumu ikram edildi.
Dr. Onur Erol'un bir burun ameliyat yöntemi vardı.
Uluslararası literatürde "Türk Lokumu" olarak biliniyordu.
Türk meslektaşlarım çok güzel bir panel yaptılar.
"Rinoloji'deki Komplikasyonlar"ı öyle güzel tartıştılar ki...
Lokum'un üzerine ballı börek gibi oldu.

Bu toplantı sonrasında Dr. Önerci'nin görevi sona erdi.
İki yıl önce İstanbul'da başlayan onurlu görev başarıyla bitti.
Avrupa Rinoloji Derneği Başkanı değişti.
Bu görevi iki yıl için Fin'li melektaşına devretti.
Ancak, Türk Rinolojisi de Avrupaya damgasını vurmuştu...

Finlandiya'da sunduğum "Rhino-Art" videosu için lütfen tıklayınız :

21 Kasım 2008 Cuma

AYA İRİNİ'DE MİLLÎ OLUŞUM...


Aya İrini (Hagia Eirene) İstanbulda yapılmış ilk kilisedir. 
I. Konstantin zamanında inşa edilmiştir. 
MS 330 yıllarında... 

Hemen hemen 1700 yıllık bir eserdir. 
Topkapı Sarayının bahçesinde bulunur. 
Sur-ı sultanî içerisindedir ve tüm görkemiyle ayaktadır. 

1973 yılından beri konserler için kullanılmaktadır.
Akustiği mükemmeldir. 
Burada konser dinlemek bir ayrıcalıktır.
Bir konser vermek ise üst düzey sanatçılar için bile büyük bir övünç kaynağıdır. 
 
Avrupa Rinoloji Cemiyeti Kongresi Türkiye'de yapıldı. 
18-25 Haziran 2004 tarihinde...

 Rinoloji, burun hastalıkları ile ilgili bir bilim dalıdır. 
Her iki senede bir, Avrupanın önemli bir kentinde buluşulur. 
Burun ile ilgili bilimsel gelişmeler tartışılır.

Toplantı, bu kez İstanbul'da yapılacaktı.
Cemiyet ve Kongre Başkanlığına Prof. Dr. Metin Önerci seçilmişti. 
Bu ülkemiz için önemli bir olaydı. 1000 dolayında katılımcı olacaktı. 

Titiz bir çalışma ile çok güzel bir program hazırlanmıştı. 
Kongrenin logo'sunu ben tasarlamıştım. 
"Rhinostanbul" başlıklı, sevimli bir logo olmuştu...
 
Toplantı'nın açılış töreni Aya İrini'de yapılacaktı. 
Peşinden de İstanbul Arkeoloji Müzesinde kokteyl olacaktı. 
Sevgili Metin, açılışta benden sanatsal bir sunum yapmamı da istedi. 

Benim için millî bir görevdi. 
Ülkemi en iyi biçimde temsil etmeliydim. 
Hemen üstlendim. Rinoloji biliminde burun travmaları önemli bir konu idi. 
İnsanda buruna gelen darbeler önemli bozukluklara yol açıyordu. 

Antik heykeller için de ayni şeyler geçerliydi. 
Heykellerin burnu da travmalara çok açıktı. 
Bilinçli, bilinçsiz darbelerden kötü biçimde etkileniyordu. 
Ve ülkemizde de burnuna darbe almış çok sayıda heykel vardı...

Hemen kolları sıvadım. 
Çok sayıda müze dolaştım. 
Heykelleri incelemeye aldım. 
Onların yakın plânda burunlarını görüntüledim. 

"Anadolu Heykellerinde Burun Travmaları" başlığı altında topladım. 
Bunlardan bir video gösterimi oluşturdum. 
Buna Göksel Baktagir'in "İstanbul Senfonisi" müziğini ekledim. 
Göze ve kulağa hitap eden bir sunum haline getirdim. 

Açılış töreni 18 Haziran 2004 tarihinde idi. 
Açılış konuşmalarından sonra sıra bana geldi. 
İnanılmaz güzel bir akustik ortamda, kötü sesimle kısa bir konuşma yaptım. 
Sonra da Aya İrini'nin antik atmosferi içerisinde gösterimi sundum. 
Sunumum beğenilmişti. 

...Şimdi, Aya İrini'de konser vermiş bir sanatçı ile karşılaşmayı bekliyorum. 
Bana "Aya İrini'de konser vermiştim" diye övünecek bir sanatçıyla... 

"Haa... orası mı?
"Ben de orada bir kez millî olmuştum..." diyebilmek için...


Video'yu izlemek için lütfen tıklayınız :

18 Kasım 2008 Salı

FB ve GS BİRİNCİ AYAK TOPU TAKIMLARI...



Elimde bir Dergi var.
"İDMAN"
Başlığın altına not düşülmüş:
"İdmancılıktan bahseder, haftada bir çıkar".
Resimli Mecmua.
Abonesi : Dahili 45 kuruş, harici 12 kuruş.
Sahib-i İmtiyazı : Cemsi Kitaphanesi.
Fiatı : 1 kuruş.
Tarih : 29 kânunuevvel 329 Cumartesi
Yani 29 Aralık 1913

95 yıl öncesine ait bir dergi.
Galatasaray kurulalı 8 yıl olmuş.
Fenerbahçe ise 6 yıl önce kurulmuş.

Kapak resminin altında şöyle yazıyor :
"Fener Bahçe ve Galatasaray Birinci Ayak Topu Takımları".
Taksim stadında maç öncesi bir kale önünde poz vermişler.
İki takımın ayak topcuları yan yana, kol kola, iç içe...

Bundan iyi görüntü olur mu?
Ultraslan'lar, Genç FB'liler bundan ders alır mı?
Volkan'lar, Sabri'ler bir ders çıkartır mı?
Lincoln'ler, Carlos'lar bundan birşey anlarlar mı?
Aziz'ler, Adnan'lar bu tabloyu değerlendirebilir mi?..

Haydin beyler!
Yan yana, kol kola, iç içe...
Spor yapmaya...
Kavga etmeye değil!

11 Kasım 2008 Salı

HACETTEPE PARKI...


60
'lı yıllarda Hacettepe'nin yarısı inşaat alanıydı. 
Diğer yarısında da gecekondular bulunurdu. 
Bölgenin tek yeşil alanı Hacettepe Parkı idi. 
Burası oldukça büyük ancak bakımsız bir parktı. 
Ortasında kocaman bir havuz bulunurdu. 
Her zaman boş, her zaman susuz. 
Havuzun ortasında da sanat eseri, görkemli bir heykel... 

Öğrenciliğimizde sıkı bir teorik eğitimimiz vardı. 
Sabahtan akşama kadar ders görürdük. 
Her hafta başı da sınav olurduk. 
Bu yoğun tempo içerisinde tek nefes alabildiğimiz yer bu parktı...

Öğlenleri dersin bitmesini sabırsızlıkla beklerdik. 
Günümüzde Diş Hekimliği Fakültesinin olduğu binada öğretim görürdük. 
Öğlen olduğunda "kırmızı" veya "siyah" amfileri boşaltırdık. 
Hemşire Lojmanları binasının yanından hızla geçerdik. 
Koşa koşa "çayhane"nin yolunu tutardık. 
Oraya gitmek için bu bakımsız parktan ve havuzun yanından geçmek gerekirdi. 
Çayhane dediğimiz yer, öyle pek de matah bir yer değildi. 
Dağınık sandalye ve masaları vardı. 
İçeride, kızartılan tostlar nedeniyle yoğun bir yanık yağ kokusu olurdu. 
Sigara dumanı da bu kesif kokuya eşlik ederdi. 
Bağırtı, çağırtı, gürültü de hiç eksik olmazdı. 
Yine de her öğlen tatilinde koşa koşa buraya gelirdik. 
İki tost yer, bir ayran içerdik. 
Nispeten ucuz bir fiyata hızla karnımızı doyururduk. 
Artan vakitte de çay içer, sohbet ederek vakit geçirirdik. 
Sonunda "tilkinin döneceği yer amfisidir" der, tıpış tıpış derslerimize dönerdik...

Çayhane, Parkın önünde ve yüksekte bir yerdeydi. 
Buradan manzara oldukça güzeldi. 
Önünden zaman zaman büyük gürültüyle banliyö trenleri geçerdi. 
Tren yolunun ardında yeşil bahçesiyle Kurtuluş Parkı vardı. 
Kışın Ankara'nın kirli havası nedeniyle arka plân çoğu kez puslu olurdu. 
Bahar aylarında ise Topraklık, İncesu, Kocatepe ve Çankaya sırtları görünürdü. 
O dönemlerde Kocatepe Camisi Ankara panoramasına girmemişti. 
İyi havalarda şanslı kişiler çayhanenin dar balkonunda konuşlanırdı. 
Sandalyelerinin arkasına yaslanarak keyif yaparlardı... 

Gençliğimizi yitirdiğimiz Hacettepe'de, 
gençliğimizi yaşadığımız güzel bir mekândı Çayhane.        
Hepimizde birçok anısı vardı bu kuş yuvası gibi küçük yapıda... 

Geçen hafta hüzünlü bir sonbahar gününde ziyaret ettim burayı. 
Uzun yıllardır hiç uğramamıştım. 
Hemşire Lojmanı modern bir otel haline dönüştürülmüştü. 
İlerisindeki Park oldukça bakımlı ve temizdi. 
Parkın girişine bir geyik heykeli konulmuştu. 
Otelin arkasına da Gloria Jean's Coffees binası yapılmıştı. 
Hacettepe'nin yapısına hiç de uymayan dik çatılı biçimiyle... 

Buranın yanından Çayhane'ye giden yol kesme taşlarla döşenmişti. 
Ancak havuzun ve görkemli heykelinin yerinde yeller esiyordu. 
Yıllar önce buradan kaldırılmıştı. 
Havuzun olduğu alan otomobil parkı yapılmıştı. 
Bizim kötü çayhanemizin yerinde de yeller esiyordu. 
Ayni yerde asrî bir "Restaurant" oluşmuştu. 
Masa ve sandalye düzeni çok düzgündü. 
Muhtemelen yemek fiyatları da oldukça pahalıydı. 
Herhalde akşamları da "canlı müzik" yapılıyordu. 
 Etrafta pek talebe filan görünmüyordu. 
Bizim zamanımızdaki neşenin, heyecanın, coşkunun yerini sessizlik almıştı. 
Füsun'u, Mümtaz'ı, Gülay'ı, İbrahim Hoca'yı andım. 

Sararmış yapraklar Parkta oradan oraya koşturuyorlardı. 
Ilgıt bir sonbahar rüzgârıyla. 
Tıpkı 40 yıl öncesinin öğrencileri gibi.
Ne yaptıklarını, ne olacaklarını pek de bilmeden...

3 Kasım 2008 Pazartesi

BABAMIN SANDIĞI...


Orhan Pamuk 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü 
aldığında  Stockholm'de okumuştu "Babasının Bavulu"nu.
Benim babam sık seyahat eden bir kimse değildi. 
O nedenle özel bir bavulu yoktu anlatılacak.,,
 
Babam, uzun yıllar memurluk yapmıştı. 
Küçük bir sandığı vardı. 
İçinde tapular, senetler filan olmayan. 
Pahada hafif, anıda ağır birçok evrakla dolu... 

Biz çocukları nedense çok severdik o sandığın açılmasını. 
Önce minik, paslı anahtarı saklandığı yerden alınırdı. 
Sonra, özenle açılırdı beyaz ahşap sandık. 
İçindekiler birer birer çıkartılırdı. 
Anıları bir bir anlatılır, sonra da kapatılırdı. 
Belki birkaç yıl sonra tekrar açılmak üzere...

Neler yoktu ki sandıkta. 
Tüm çocuklarının doğum günlerinin saati ve dakikası ile 
arka sayfasına kaydedilmiş olduğu bir Kuran-ı kerim. 
Memurluk yaptığı yerlerin günü gününe kaydedildiği eski bir defter. 
Birkaç güzel kokulu eski kalıp sabun. 
Bir sürü incık-boncuk. 
Faber marka bir kutu içinde duran 
kurşun kalem ve renkli kalemler. 
Birkaç tane sabit kalem. 
Memurken kullandığı kalın bir dolmakalem. 
Bir çift cam mürekkep hokkası. 
8-10 tane siyah renkli karbon kopya kağıdı. 
Arapça kadranlı Omega marka köstekli bir saat. 
Tedavülden kalkmış kağıt paralar. 
Cumhuriyet döneminden birkaç gümüş Lira. 
Birkaç tane pul koleksiyonu defteri. 
Zarf içerisinde muhafaza edilmiş siyah-beyaz kent kartpostalları. 
Yine zarfları içerisinde bir tutam mektup demeti. 
İçi aile fotoğrafları ile dolu iki fotoğraf albümü. 
Ve en dipte babamın Sinop Halkevinde bir temsilde oynarken çekilmiş fotoğrsfı.
 
Kalın bir kartona yapıştırılmıştı bu resim. 
Büyük boy ve siyah beyaz'dı. 
Babamı sahnede boylu boyunca yatarken gösteriyordu.
Parmağının ucuna saplanmış bir bıçak vardı. 
Oyun icabı öldürülmüş olmalıydı. 
Başında da bir sürü adam heyecanla ona bakardı... 

Sinop Halkevinde oynadığı temsilden geriye kalan bu 
tek kanıtı eline alır, övünerek bizlere anlatırdı. 
Bizler de babamızın bu artistliği ile eğlenir, 
gırgırımızı geçerdik. 

Zaman hızla geçti. 

Önce babamızı kaybettik. 
Sonra da annemiz aramızdan ayrıldı. 
Ölümler, taşınmalar derken evdeki malzemelerin çoğu dağıldı.
Babamın sandığı ne oldu bilen yok...

Sandığın içindekiler güzel birer anı olarak sadece hafızalarımızda kaldı. 

Geçen hafta bir gelişme oldu. 
Değerli dostum Baki Sarısakal İstanbu'da araştırmalar yapıyordu. 
Sinop Halkevi ile ilgili bir gazete haberini iletti. 
Ekte de bir fotoğraf vardı. 

Babamın sandığını açtığında bizlere gösterdiği fotoğraf. 
Tabii ki sandıktaki fotoğraf kadar net ve güzel değil. 
Klişeye işlenmiş, o dönemin baskı imkanlarıyla basılmış. 
Ama ayni fotoğraf...

Çocukluğumuzda gördüğümüz 
ve her gördüğümüzde de güldüğümüz aynı resim. 
Babam ahşap zeminde upuzun ve hareketsiz yatıyor. 
Başında da özenli kostümleriyle birkaç kişi... 

Fotoğrafa yeniden kavuşmuştum. 
Çok isterdim onun yanımda olup, 
o resmi tekrar anlatmasını...

24 Ekim 2008 Cuma

SİNOP HALKEVİ...



1930'lu yıllar.
Cumhuriyet yeni kurulmuş...
10. yıl yeni kutlanmış.
Tüm ülkede aydınlanma hedeflenmiş.
Yurt sathında kültür ve sanat'ta atılım başlatılmış.
Her şehirde "Halkevleri" kurulmuş.
Öğretmenler, memurlar el ele vermişler.
Halkı aydınlatmaya çalışıyorlar.

O sıralarda Sinop küçük bir vilayet.
Nüfusu onbinler civarında.
Halkı aydınlatma için ayaklanma başlamış.
Herkes elinden geldiğince birşeyler yapıyor.

Halkevi'nin Temsil kolu faaliyete geçmiş.
Kent merkezinde ve köylerde temsiller, müsamereler veriliyor.
"Tiyatro" sahneleniyor.
6 Temmuz 1934
günlü Hakimiyeti Milliye Gazetesi'nde şöyle bir haber çıkıyor:

"Bu hafta köycülük temsil ve dil şubeleri birlikte olarak bütün yakın köylerin toplandığı Karasu nahiyesine gidildi. Dil şubesi mümessili Avni Bey köylülere bir konuşma yaptı. Memleketin gidiş yolunu anlattı. Temsil şubesi tarafından da "Kahraman" piyesi köylünün yaptığı açık hava sahnesinde oynandı. Binlerce köylü seyretti. Önümüzdeki hafta gene bu heyet "Köyün Namusu" adlı piyesi oynamak üzere Kabalı nahiyesine gidecektir".

Ve bir de fotoğraf koymuşlar.
Fotoğraf altı yazısını da eklemişler :
"Sinop'ta köylerde temsil edilen "Kahraman" piyesini heyecanla seyredenler".
Kasketli, fotör şapkalı heyecanlı bir topluluk...

........

Tarih araştırmacısı dostum Baki Sarısakal, şu sıralarda İstanbul'da eski gazeteleri tarıyor.
Sinop'la ilgili eline geçen bilgi ve belgeleri E-posta ile bana iletiyor.
Geçen gün 11 Temmuz 1935 Perşembe günü Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan bir fotoğrafı gönderiyor.

"Sinop Halkevi Temsil kolu bir temsilde..." altyazılı.
Haberin altında "Halkevi verimli çalışmalarına devam etmektedir. Tiyatro kolu bir sene içinde yirmiden fazla müsamere vermiştir" deniliyor.

Fotoğrafa bakıyorum.
Arka sırada ortada duran makyajlı, başı sarıklı, beli kamalı kişi bana hiç yabancı gelmiyor.
Babam Yusuf Besim Tanyeri'nin makyajlı hali.
Babam o sıralarda Sinop'ta memur.
Halkevi'nin oyunlarında oynadığını biliyorum.
Fakat emin olamıyorum.

Fotoğrafı, o dönemleri Sinop'ta babamla birlikte yaşamış eniştem Mehmet Aydın'a gönderiyorum.
Eniştem doğruluyor.
Piyesin adının "Akın" olduğunu söylüyor.
Ayrıca, oyunun "milliyetçi bir piyes olduğunu fotoğraftaki tek bayanın, o dönemde Sinop'ta çok güzel bir kimse olarak anılan Fatma Öğretmen olduğunu ve babamın da o piyeste onun aşığı rolünde ve başrolü oynadığı" bilgilerini veriyor.

Olay, "on yılda her savaştan açık alınla çıkan, on yılda her yaştan onbeş milyon aydınlık genç yaratan bir neslin" kesiti...

Gururlanıyorum.
Yetmiş yıl sonra geldiğimiz noktaya bakıp üzülüyorum...

20 Ekim 2008 Pazartesi

AMASYA...

Revan olmuş içinde nehr-i Nil
Sanasın bağ-ı cennet selsebil

..........................

İki yalçın dağ arasında dik bir kanyon.
Arasından akan yeşil bir ırmak.
Dar, yeşil bir vadi.
Ve tarihe tanıklık etmiş inanılmaz bir dekor.

İsmini Amazon kraliçesi Ameseia’dan almış.
Elmas madenleri olduğu için “Elmasiye” denilmiş.
Sonra ismi “Amasya”ya dönüşmüş.

Dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon buradan çıkmış.
Bu ilginç coğrafya için hiç de rastlantı değil.

Kimler duraksamamış ki bu güzel coğrafyada.
Hititler, Persler, Helenler, Romalılar…
Sonra Selçuklular, Moğollar, Osmanlılar…
Ve son olarak Türkler…

Hepsi uzun uzun konaklamış burada.
Oya gibi işlemişler bu koridoru.
Dağı, taşı, ırmağı ve de ovayı…

Görkemli sanat eserleri ortaya koymuşlar.
Kültür, inanç ve san’at kenti olmuş yıllar boyu.
Etkilemiş Avrupayı, Orta doğuyu…

Kubbetûl Ulema ve Medinetûl-Hükema olarak bilinir.
Yani “bilim adamları”nın, “hikmet sahipleri”nin yeridir burası.

Selçuklu döneminde birçok medrese ve darüşşifa barındırmıştır.
Dünyanın ilk renkli resimli Cerrahi Atlas’ı burada yazılmıştır.

Osmanlı’nın en zengin döneminin Şehzadeleri burada eğitim almıştır.
II. Beyazıd 25 yıl burada Valilik yapmıştır.

Oğlu Yavuz Sultan Selim burada doğmuştur.
Yıldırım Beyazıd, I. Mehmet, II. Murad burada Şehzadelik yapmışlardır.
Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’e burada hocalık yapmıştır.

Kültür zenginliği ile Floransa ve Bağdat’la mukayese edilmiştir.
Gezgin G. Perrot “Anadolu’nun Oxfordu" tabirini kullanmıştır.

Günümüzde Amasya artık misket elmas'ıyla, kiraz'ıyla değil bu kültürel varlıklarıyla bilinmek, tanınmak istiyor.

Gezin dünyayı.
Görün Amasya’yı.
Vurulacaksınız güzelliğine.
Çarpılacaksınız kültür varlığının zenginliğine.
Aynen benim gibi…


6 Ekim 2008 Pazartesi

DOĞA'NIN DENGESİ...



Samsun'dan karayolu ile batı yönüne Sinop'a doğru hareket ettiğinizde denizle ilk kez 90 km. sonra Yakakent'te karşılaşırsınız. 

Ama burada büyükçe bir balıkçı limanı olduğundan denizin tadına pek varamazsınız. 

Denizle ilk kucaklaşma Yakakent'ten hemen sonradır. ,
Çamgölü denilen yörede, sahile dik inen dağlık alanda görkemli bir çam ormanı vardır. 
Yol burada biraz yükselir. 
Mis gibi kokan çam reçinesini içinizde duyarak yeşille mavi'nin görkemli birleşimini gözlersiniz yukarılardan. 
Samsun ve çevre halkının mesire yeridir burası. 
Tatil günlerinde kalabalıktır, keyif alanı çoktur. 

 Bu doğal güzellik birkaç sene önce yok edildi. 
Çok gerekliymiş gibi güzelim sahil taş bloklarla doldurulup 50 m. genişliğinde uçak pisti gibi bir yol yapıldı. 
Tüm gizem ve güzellik mahvedildi. 

 Çamgölü'ne gelmeden önce Yakakent ile Çamgölü arasında çok güzel bir sahil vardır. 
Enva-i çeşit büyüklükte ve şekilde çakıllarla örtülü geniş bir sahil. 
Denizin dibindeki çakıllar nedeniyle her dem turkuaz mavisi renktedir burada deniz. 
Karadeniz'de pek rastlanılmayan masmavi bir renkte... 

Arkasında dağ ve çam ormanları, yeşil-lâcivert-mavi renk harmonisi ile öyle güzel bir panorama çizerdi ki burası... 
Her geçişimde muhakkak durur, bu güzelliği yaşardım. 

 Ta ki bu bayramdaki geçişime kadar. 

 Bayramda Sinop'a doğru yola çıktığımda hayretler içerisinde kaldım. 
Yol genişletme çalışmaları yapılıyordu bu yörede. 
Güzelim sahilin yarısına kadar girilmiş, ortasına 2 m. yükseklikte ve 50 cm. kalınlıkta ve 2 km. uzunluğunda beton bir perde yapılmış ve yol genişletme çalışmaları başlatılmıştı. 
"Berlin duvarı" gibi beton bir duvar örülmüştü. 
Bu bölümden artık denizi görmek olası değildi. 
Çakıllar greyderlerle kazınmış, doğanın içine edilmişti. 

 Bayramda son kez durdum burada. 
Çirkinliği, vandalizmi görüntülemek için. 

 Bundan sonra da artık hiç durmayacağım. 
Dursam da görecek bir şey bırakmamışlardı ki zaten...


.

28 Eylül 2008 Pazar

NECDET TOKATLIOĞLU...


Necdet Tokatlıoğlu'nu ilk kez 1976 yılında tanıdım.
O dönemlerde Ankara Hastanesinde genç bir KBB uzmanı idim.
Kendisi Ankara Radyosu'nun beğenilen bir sesi idi.
Türk sanat müziğinin ustalarındandı.
Güzel ve sevilen besteleri vardı.

Sesi kısılmıştı.
Sesi, onun en önemli varlığıydı.
Ankara Hastanesi'nde gelip beni seçmişti.
Son derece mütevazi idi.
Hiçbir büyüklük kompleksi yoktu.
İçi sevgi dolu, gülen yüzlü, saygılı bir sanatçıydı.
Ses tellerinde polip vardı.
Ameliyat önerdim. Hemen kabul etti.

İnsanlara güveni tamdı.
Bilime inancı sonsuzdu.
Kısa sürede iyileşti.
Sesi, eski mükemmel şekline dönüştü.
Sonraki yıllarda sesini dilediği gibi kullandı.

İlerleyen günlerde güzel bir dostluğumuz oluştu.
Son derece nazik, kibar, beyefendi bir insandı.
İnsanlara sevgiyle yaklaşır, saygıyla davranırdı.
Bunu da gülen yüzüyle her dem gösterirdi.

O'nun "yüzündeki o tebessüm, o bahar" maalesef dün eksildi.

"Ne esmerinde vefa
Ne kumralında sefa

Hepsinde türlü cefa

Çekilmez oldu ömür..."


diyen bu güzel insanın ömrü "çisil çisil yağan yağmur"lu bir günde sona erdi.

Ben eski bir dostumu kaybettim.
Ülke ise yalnızca "bir sevgi isteyen" saygın bir sanatçısını...


Necdet Tokatlıoğlu'nu dinlemek için
lütfen tıklayınız :
https://www.youtube.com/watch?v=QFQLJB5PjIo

.

26 Eylül 2008 Cuma

UZUN SAÇLI'NIN YERİ....


Nusret Doğan ismini çok kimse bilmez.
Karadenize seyahat edenler onu "Uzun Saçlı" olarak tanırlar..
Dizlerine kadar inen, uzun sapsarı saçları vardır.
Her nekadar son yıllarda biraz ağarıp, kırlaşsa da...

Çay yapmakta ustadır.
Perşembe, Medreseönü'nde yalnızca "çay" yapar.
"Uzun saçlı'nın yeri"nde.
Ama yalnızca çay.
Hem de ne çay!..

Tadı damağınızda kalır içtiğinizde.
Bir daha içmek istersiniz.
Bir sonraki gelişinizde...

1968'den beri ayni yerde, ayni işi yapar.
40 yıldır ayni özenle, büyük bir titizlikle...

Buraya gelenlerin bayat çay içme şansı yoktur.
Çayı herkes için ayrı demler.
LPG tüp asla kullanmaz.
Çayların tümünü kömür alevinde yapar.
Yardımcısı yoktur.
Çay, 8 dakikada demlenir, 15. dakikada servis yapılır.
Cam bardaklarda ve de tavşan kanı renginde.
Kıtlama şeker eşliğinde...

Bardaklar elde ve tek tek külle temizlenir.
Deterjan asla kullanmaz.
Çayın suyu yukarıdan, dağlardan kaynak suyu olarak gelir.
Yalnızca Çaykur çayını kullanır.
Çay'dan başka birşey satmaz.
Prensip sahibidir.
Herkese servis yapmaz.
Burada yalnızca o'nun kaideleri geçerlidir.

Herkese taze demlenmiş çay getirir.
Beklemiş çayı asla servis yapmaz.
Çünki "Çay, şarap gibi yıllanacak bir madde değildir".

Birkaç yıl öncesine kadar herkes uğrardı Uzun saçlı'ya.
Samsun-Artvin arasında seyahat edenlerin hemen hepsi.
Ama son birkaç yıldır yol artık sahilden geçmiyor.
Duble yol olarak arkadan, tünellerden seyrediyor.
Zaman hız devri.
Artık kimse bu dünya güzeli sahil yolunu kullanmıyor.
Bu nedenle müşterisi azaldı Uzun saçlı'nın.
Ama o 40 yıllık ekmek teknesinde hâlâ müşterilerini bekliyor.
Tüm titizliğiyle, tüm ciddiyetiyle.

Ben, hâlâ her seferimde bu yolu kullanıyorum.
Karadeniz'in tek doldurulmamış, bozulmamış sahil yolunu.
17 km. lik Bolaman-Ordu karayolunu.
Ve her seferinde de uğruyorum "Uzun saçlının yeri"ne.
Keyifle yudumluyorum onun özel yapıtını.
"Dudak renginde, dudak buran ve dudak yakan" çay'ını...

Zaten ne demişler :

Hayat dediğin bir çay
İnsan ise sadece bir şeker
Karıştırdıkça hayattan tat aldığını sanırsın
Oysa ki, hayatın seni erittiğini çay bitince anlarsın...





22 Eylül 2008 Pazartesi

İKİ TAŞ ARASINDA...


Yaz geldi bahar geldi
Açtı yeşil yapraklar
Ben sana doyamadum
Doysun kara topraklar…

........................

Ali oğlu Zülküf Demirbaş.
19 Ağustos 1984 akşamı Tahpur yaylasında doğdu.
Akşam ezanında ismini kulağına okudular.
20 Ağustos 1984 sabahı öldü.

Ebe yüzü görmedi.
Doktor desen zaten yoktu.
Belki o gece biraz ağladı.
Sonra 3000 metrede soluksuz kaldı.

Oksijen azdı.
Soluklansın diye sırtına birkaç kez vurdular.
Hastaneden çok ıraktılar.
Kader böyleymiş dediler.

Kayıtlara ismi hiç geçmedi.
Nüfus Cüzdanı çıkartılmadı.
Kimlik numarası hiç olmadı.
Ne yaşadı, ne de yaşamadı.

Kıbleyi belirlediler.
Yaylanın en yüksek yerine koydular.
Başına da iki taş diktiler.
Doğumunu-ölümünü yazdılar.

Anasının yüzünü göremedi.
Babasını hiç tanımadı.
Yaşamın tadını da alamadı.
Acılarını da tadamadı.

Şimdi Zülküf yatıyor bu panoramada
İki küçük taş arasında.
Minicik mezarda.
Ve de tek kişilik kabristanında…

16 Eylül 2008 Salı

KOÇİRA...



Koçira, Lazca bir sözcük.
Yaylada, evde kalarak günlük ev işlerini toparlayan kadına verilen isim.

Yaylada emek yoğun bir çalışma ve görev bölümü söz konusu.
Sabah kalkıldığında her bireyin görevi farklı.
Herkes kırsala dağılıyor.
Evin en hamarat kadını ise evde kalıyor.

Evin işlerini çekip, çeviriyor.
Evi düzene koyuyor.
İşte bu kimseye deniliyor “koçira...

Bu kelimeyle yaşamımda ilk kez bu yıl karşılaştım.
Anlamını da yeni öğrendim.

Sonra kafama dank etti.
Bizim de bir “koçira”mız vardı.

Bizim koçira’mızın üçü de farklı yaşta, üçü de farklı davranışta üç çocuğu vardı.
Sabah bunların her türlü sorununu çözümler, kahvaltılarını yaptırır, onları giydirir, hazırlar ve okullarına gönderirdi.

Sonra kocasının sade kahvesini pişirir, onu da vazifesine yolcu ederdi.
Gündüzleri evde tek başına kalırdı.

Odunu, kömürü, gazyağını o temin eder, sobayı yakar, etrafı süpürür, evi temizler, çarşı-pazar alış verişini yapar, ocağa yemeği koyar, suyu ısıtır, çamaşırları, bulaşıkları elde yıkar, elbiselerimizi diker, söküklerini tamir eder, çoraplardaki delikleri yamalar, elbiseleri ütüler, sofrayı hazırlar, evin turşusunu, reçelini, salamurasını, salçasını yapar, namazını kılar, kuranını okur, boş zamanlarında da konu komşuya örgü ve dantel örerek aile bütçesine katkıda da bulunurdu.

Tüm bunları hiç yakınmadan, sızlanmadan, sesi çıkmadan yapardı.
Akşamları da derslerimize yardımcı olurdu.
Gece belli bir saatten sonra çayı demler, hepimize tek tek dağıtırdı.
Bazı akşamlar ya misafirliğe gidilir veya misafir ağırlanırdı.
Büyük bir ekonomistti.
Borsadan, hisse senedinden hiç haberi olmamıştı ama kocasının ev harcamaları için verdiği üç kuruşu, son meteliğine kadar düşünerek, ölçerek, tartarak harcardı.

O kadar güzel pilav, börek, kurabiye, tatlılar yapardı ki şaşardınız.
Kısıtlı ev bütçesine rağmen pazardan meyvenin, sebzenin en iyisini, en güzelini seçer, soframıza koyardı.

Bizleri yetiştirdiği yetmiyormuş gibi torunumuzun bakımını da o yaptı ve onu da o yetiştirdi.

Bu güzel insan, annem 25 yıl kadar önce aramızdan ayrıldı.
Koçira unvanını ise bu yıl ben “koçira” kavramını idrâk ettiğimde edinebildi…


12 Eylül 2008 Cuma

BULUTLARIN ÜSTÜNDE...


Bu yayla iyi yayla
Üstü duman olmasa…



"Evdeki hesap, pazara uymaz".
Dağda da öyledir.
Düzde yaptığınız hesap çoğu kez dağa hiç uymaz…


Ağustosta Marsis dağına tırmanmayı plânlamıştık.
Marsis dediğin heybetli bir dağ.
Kaçkar’ların en doğu ucunda.
3334 metre yükseltide.
Uygun çıkışı Yusufeli’nden.
Bizlerse çıkışı ters yönden, Arhavi’den deneyeceğiz.
Tümüyle farklı bir rota’dan…

Birinci gün Salikvan yaylasına ulaşmayı plânlıyoruz..
İkinci gün de zirve yapacağız.
Ama harita üstünde yaptığımız plân, dağa uymuyor.

Dağda yol yapımı var.
Kullanacağımız patika, Demirkapı geçidinde uçmuş.

Mecburen rotayı değiştiriyoruz.
Zorlu bir yürüyüş yapıyoruz.
Yağmurda kapağı Kayadibi yaylasına zorlukla atıyoruz.
Geceleme burada.

Sabah güç bir parkurdan Sırtyayla’ya ulaşabiliyoruz.
Kampımızı kuruyoruz ama öğlen oluyor.
Bundan sonra zirve yapıp dönmek olası değil.

Manzara muhteşem.
Sıradağlar arasındaki Abu vadisi’ni bulutlar basmış.
Sırtyayla’da ise hava günlük güneşlik.

Hacca gidemese de yolunda ölmeyi göze alan karınca misali koyuluyoruz yola.
Amacımız, çıkamayacağımızı bildiğimiz Marsis dağı.
Hiç olmazsa onun eteklerine kadar ulaşmak istiyoruz.
Bulutlarıyla öylesine ihtişamlı ki…

Yolda bulutlar bize eşlik ediyor.
Ayağınızı atsanız üzerinde yürüyeceğiniz bulutlar.
O denli yakınlar bize.
Bembeyaz giysileriyle altımızda dans ediyorlar.

3 saatte Salikvan’a ulaşıp, soluklanıyoruz.
Sonrasında kayaların üzerinde sekiyoruz.
Küçük Marsis dağına varıyoruz.
Çivit rengindeki buzul gölünde duman basıyor.
Dönüşe geçiyoruz.

Bulutlar bu kez yanımızda salınıyorlar.
Kâh altımızda, kâh üstümüzde.
Bazen de kol kola giriyoruz onlarla.
Sanki bizi daha yakından tanımak istiyorlar.
Bulutların rapsodisini izleyerek yürüyüşü sürdürüyoruz.
Marsis dağları ile bir olup inanılması güç bir gösteri sunuyorlar.
Sanki dans ediyorlar.
Sessiz, müziksiz…

Sahne, dekor ve ışık muhteşem.

Gün batı yönünde ağarıyor.
Akşam serinliğinde tekrar ulaşıyoruz kampımıza.
Gün batımı ile ısı 10 dereceye kadar düşüyor.
Çadırımıza yerleşiyoruz.
Sıcak kaz tüyü uyku tulumlarımıza giriyoruz.
Duman yeniden bastırıyor.
Yoğun sisin içerisinde uykumuza dalıyoruz.

Bu kez de bulutlarla koyun koyuna…



"Bulutların Üstünde" videomu seyretmek icin lütfen tıklayınız :




10 Eylül 2008 Çarşamba

"AZGIN KEÇİ" SENDROMU...


Yayla yaylaya bakar

Ortasından su akar

Delikanlı var iken

İhtiyara kim bakar…



Yavuz Doğan ve Metin Tüfekçioğlu.

Onları ilk kez, 2007 yılında yaptığımız Kilimanjaro tırmanışım sırasında tanıdım.

İkisi de benim gibi 1946 doğumluydu.

İkisi de İstanbul’da kauçuk imâlatı ile iştigal ediyorlardı.

68 kuşağındandık.

60’lardan 70’lerden bir çok ortak noktamız vardı.

Kısa zamanda dost olduk.

Üçümüz de 60 yaşından sonra dağlarda olmaktan büyük keyif alıyorduk.

5897 m. lik Kilimanjaro’ya birlikte tırmanmıştık.

Geçen yaz da 3937 m. lik Kaçkar Zirve tırmanışı yapmıştık.

Birçok şeyi paylaşmış, dost olmuştuk.

Bu yaz yine buluşmuş, Kaçkar dağlarında yeni rotalarda yürümüştük.


Dağlarda saatler boyu yürürken fazla yapacak bir şey yoktur.

Gece erkenden çadıra girdiğinizde de vaktiniz boldur.

Yoldaşlarınızla bol bol konuşursunuz.

Dere’den, tepe’den. Hava’dan, su’dan…


Yavuz ile Metin’in sohbetlerine doyum olmaz.

Öylesine güzel şeyler anlatırlar ki…

Bu kadar konuyu, bu kadar fıkrayı nereden bulup çıkartırlar şaşarım.


Son gezimizde birlikte yürürken bir benzetme yaptım.

Üçümüzü “Azgın Keçi”lere benzettim.

Bizleri, yaşı geçmiş ama hala dağlarda dolanan “keçi”lerle özdeşleştirdim.


Sevgili Metin, engin bilgisiyle müdahale etti.

Yanlışımı düzeltti.

“Keçi”nin genel bir terim olduğunu, dişi-erkek hepsine “keçi” denildiğini söyledi.

Bunların bir yaşından küçük olanlarına “oğlak” denilirmiş.

Bir yaşından büyük genç erkek keçiler içinse “teke” sözcüğü kullanılırmış.

Metin, sadece bu genç teke’lerin “Azgın Teke” olarak nitelendirilebileceğini söyledi.

Bizlerin ise yaşımız nedeniyle bu “Azgın Teke” gurubuna da giremeyeceğimizi lisan-ı münasiple anlattı.

Erkeklik bezleri çıkartılarak veya burularak iğdiş edilip, erkeklik görevini yapamayacak duruma getirilmiş üç yaşından büyük erkek keçilere ise “Erkeç” denilirmiş.

Yani, bizim gibi yaşı 60’ı geçmiş er keçi’lerin ancak “erkeç” olabileceğini, onların da çok az bir bölümünün “azgın erkeç” olarak nitelendirilebileceğini hatırlattı.


Yanlış düzeltilmiş, bir anda “Azgın Keçi” den Azgın Erkeç”e terfi etmiştik.

Kavram kargaşası sona ermişti.


Sevgili Metin, ardından Öküz’le Boğa’nın farkına değindi.

Meğerse Öküz, Boğa’nın hadım edilmişi imiş.

Sonrasında da “Öküz’le Boğa arasında fark nedir” diye bir soru yöneltti.

Meğerse biri ötekinin “zamparası” imiş.

Ve peşinden bir de Öküz’le Boğa’nın öyküsünü anlattı :


Efendim, sürünün yaşlı Boğa’sı çaptan düşmüş.

Faaliyetlerini yapamıyormuş.

Haliyle Öküz’lüğe terfi ettirmişler.

Tabii ki sürüye yeni bir Boğa alınmış.

Bu yeni ve genç Boğa sürünün bir ucundan girip, öbür ucundan çıkıyormuş.

Öküz, durumu gördükçe eski günlerdeki gibi ön ayaklarını yere sürterek tozutmaya başlamış.

Durumu gören bir inek yaşlı Öküz’e yaklaşıp sormuş.

-“Hayrola! Genç Boğa geldi, sen de hallendin…”

Öküz ön ayaklarını yere sürtmeye devam ederken yanıtlamış :

-“Ondan değil. Kim Öküz, kim İnek belli olsun. Yanlışlığa gelmeyelim…”


Benim, Yavuz’un ve Metin’in 60 yaşımızdan sonra Erkeç’ler gibi dağda dolanmamız herhalde “yanlışlığa gelmemek” ten kaynaklanıyor olsa gerek…


3 Erkeç’in diğer resimleri için lütfen tıklayınız:

http://picasaweb.google.com.tr/tanyeri/Erceller