YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

27 Aralık 2007 Perşembe

MAAİLE KARAGÖL'E...



A. Kadir Engin, Ordu’dan bir dostum ve arkadaşım. Kendisi Ordu Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı bir sanayici. İşinden bulduğu boş vakitlerde dağ-tepe gezip, avcılık yapıyor. Ara sıra bu avcılık yürüyüşlerine ben de katılıyorum. Kadir iyi bir avcı… “Avcının da iyisi olur mu” diye düşünebilirsiniz ama Kadir gerçekten doğaya saygılı iyi bir avcı. Avcılığı keyif için yapıyor zaten. Öyle pek attığı (!) filân da yok… Maksat spor olsun, torbalar ördek dolsun...

28 Haziran 1987 tarihinde Giresun’un güneyinde 3100 metre yükseklikte bulunan Karagöl dağlarında gecelemek üzere eşlerimizle birlikte Aygır Gölü’ne gidip, çadır kurmuştuk. Kadir bu maceramızı ve kendisine ait diğer anıları 2001 yılında yayınladığı “Av ve Doğa Manzaraları” başlıklı kitabında dile getirdi. Aşağıda kendisinin kaleminden bu yazıyı okuyacaksınız:
…………………
Ondokuz Mayıs Üniversitesinden Yücel Tanyeri doğa aşığı bir kişi. Her yönüyle sanatçı Doktor arkadaşımın en büyük zevki slayt çekmek. Fotoğraf makinesi elinden düşmez. Her gün gördüğümüz şeyleri beyaz perdeye aktarınca hayretten ağzımız açık kalır. “Bu fotoğraf da oraya mı ait” sorusunu herkes biri birine sorar…

Yazın Karagöl dağına beraber çıkıyoruz. Halk diliyle “ma-aile”. Eşim Aliye ve Yücel bey ile eşi, 2500 metrede kamp kurup, gece çadırda yatacağız. Burası vasıtanın ulaştığı son nokta. Yanımızda muhafız av köpeğim Jak, moral kaynağımız. Silah sadece çakı bıçağı. Tüfeği zulada sanıyorlar. Gerek yok ki… Ayı ve kurtların cirit attığı dağda insandan zalim ne olabilir?

Cumartesi öğlenden sonra çadırı kurup, küçük ağımızı Yücel’le göle bıraktık. Karagöl dağlarında 7 gölden birisi Aygır gölüne… Aygır gölü, buzulların dili ile oluşturduğu göl. Akşam kızıllığı basarken nefis manzarayı resimliyor Yücel.

Akşam olmak üzere. Sultanların bulunduğu çadırın görüntüsü muhteşem. Çadırın etrafında 15-20 kadar at otluyor. Sanki yılkı olmuşlar. Ateşimiz ince uzun tütüyor. Aşağı plânda Bozattaşı obasının koyunları sürüler halinde ağıla dönüyor. Tüm evlerin etrafındaki koyunlar ahırlara doluşuyor. Dağlardaki buzullardan akan sular akşamın kızılca güneşinde ışıl ışıl yanıyor. Tüm bunları tepeden keyifle seyrediyoruz. Bunlar, Giresun’la Ordu sınırı arasında doruğu 3100 metre olan Karagöl dağlarından küçük kesitler.

Akşam yiyeceğimiz külbastı et. Atalarımız gibi. Her şey aslına uygun. Çadır otağımız. Atlar aşiretimizin gücü. Hatta köpeğimiz bile var. Çobanlar ağıla götürmüş koyunlarımızı…
Dağda gece çabuk oluyor. Güneşin son ışıkları kaybolunca karanlık basıyor. Sabah güneşin doğduğu 3100 metreden ay dolunay olarak çıkıyor. Her tarafı gümüşî ışıklar kaplıyor. Renk değişimi önce sularda. Kızıl sular kısa bir süre sonra gümüş beyazına boyanıyor. Halkımız her yüksek dağa kutsal bir ad takmakta haklı. Bu ulu dağa Kırklar dağı diyorlar. Zirveye yakın düzlükte yüzlerce mezar. Mezarlar çayıra sırtüstü yatınca etrafına taş dizerek oluşuyor. Zirveye çıkanlar mezarını da yaparak ziyaretini tamamlar. İnançlarımız halâ zinde. Gece dağın muhteşem görünüşünde değişik duygular aldı götürdü beni uyku tulumuna.

Çadırda uyku mis gibi. Gecenin nasıl geçtiğini anlamadan sabah oluyor. Sabah serinliğinde Yücel ağı almaya gönüllü. Güneşin doğuşunu da görüntülemek amacı. Sabah saat 05’te çıkıyor göle. Bense sabah keyfine devam… Bir süre sonra çıkan rüzgâr çadırın iplerini zorluyor. Çadırın fermuarını aralık yapıp dışarı baktığımda hava can sıkıcı. Rüzgârla beraber tepelerde bulutlanma görüyorum. Ya sis basarsa? Karadeniz dağlarında “duman” denilen siste yol bulmak çok güçtür. Bağırsan bile yüz metre ileri gitmez sesin. Neyse ki Jak var yanımda. Ama yine de teselli değil. Halk deyişi “bu dağlar adam seçer”.

Neyse ki bulutlar çabuk dağılıyor. Ay’ın doğduğu yerden yakıcı güneş göz kırpıyor. Yücel’in gölden topladığı ağ’dan dört kişiye, 4 dağ ala’sı… Doğanın ikrâmı ölçülü. Tereyağ’la hemen tavaya… Reçel, peynir, zeytin ve nar gibi kızarmış alabalık. İşte Sultanlar sofrasındaki kahvaltı. Bunca zahmeti gören Aliye alıyor sözü :

Av ne kadar zor ve zahmetliymiş. Bundan sonra getirdiğin kuşların ve balıkların zerresini kimseye vermem”.
Bravo hanım. On beş senedir nihayet anladın. Bundan sonra seni diğer avlara da götüreceğim. Bu yaptığımız aslında piknik. Oralardaki halimizi görsen av etlerini yemeye kıyamaz, müzeye koyarsın”.

Öğleye doğru dönüş hazırlığı başladı. Otağı kaldırıyoruz. Sultanlar da alıştı doğal yaşama. İlk defa yattıkları çadırı beraber topluyoruz. Bozattaşı obasına indiğimizde, Ali Bozat dede soruyor:
Evlât, kaymağımızı yemeden nereye...

Eve girmesiyle çıkması bir oluyor. Koca bir sinide bir tas koyun kaymağı ve bakır kap’ta yoğurt. Manda yoğurdunun yanında mısır ekmeği…

Pes doğrusu nur sakallı dede. Bu kadar da olmaz ki… Üç değil, beş değil. Her Karagöl dönüşü bu ikrâm. İnsanın boğazına bir şeyler düğümleniyor. Çabucak kendimi topluyorum. İsmimi bile bilmeyen dedemin boynuna dolanıp ağlamak geliyor içimden...