İstanbul’da, Unkapanı’nda doğdu.
25 Mart 1611’de.
Yani bundan tam 400 yıl önce.
Ünlü seyyahımız Evliya Çelebi…
Rüyasında Peygamberi görmüştü.
“Şefaat ya Resulallah” diyecekti.
Dili sürçtü.
“Seyahat ya Resulallah” dedi…
Sonrasında hep gezdi.
50 yıl Osmanlı coğrafyasını inceledi.
Gezdiği yerleri bir bir anlattı.
Son derece basit ve sade bir dil kullandı…
Bu yıl 400. yıldönümü.
Dünyaya gelişinin.
Pirimizin, gezginimizin.
Evliya Çelebi’mizin…
Onun bu yıl 400. doğum yıldönümünü, her sene 14 Mart Tıp Bayramında çıkan, OMÜ Tıp Fakültesi gülmece dergisi “Kılçık”ın 27 sene önce, 1984 yılında yayınlanan 4. sayısında "onun anlatım biçimi ile" kaleme almaya çalıştığım “Evliya Çelebi Hastanesi” başlıklı yazımı yayınlayarak kutluyorum.
Ruhu şad olsun…
…………….
1684 senesinde Bafra tarıkiyle Samsoun nam kente vasıl oldum. Bu şehir Canik vilâyetinde bulunur. Kal’ası yoktur amma mamur bir liman şehridür. Limanı karayel rüzgârlarına açık olup, halkı umumiyetle ticaretle iştigal eyler. Ayan ve eşrafı azdur. Herkes kudretine göre akça, gökçe fakat pakça elbise giyer. İklimi nemli olup, güneşli gün ender-i nadirdür. Bu şehrin kıyma etinden mamûl pidesi, hamsisi ve de Darülfünûnu dünyaca maruftur. İmdi, yediğim pide ve hamsiyi bir kenara koyup, gördüğüm bu Darülfünun’un Tıb Medresesini dilimin döndüğü, kalemimin erdiğince tarife başlayalum.
Bu mektebin talebelerinin mevcudu beş yüz çocuktan fazladur. Bu medresenin ilk kesimi Rum papazlarından kalma “Matasion” deyu anılan gözden uzak, gönülden ırak bir mahalde olup, deryaya nazır geniş bir arazide durur. Burada sübyan tıb talebeleri felsefe, fen, riyaziye, hendese, hayati kimya, teşrih ve nebatat ilimlerinin esaslarını hıfzederler. Tıb mektebinin siftah sınıfı ben diyeyim üç yüz, siz deyun beş yüz neferlik kara perdeli geniş bir handa nazariyat dersleri alurlar. Müderris yamakları geniş bir sahanlığa çıkup, bağıra çığıra ders icra eylerler. Hocalarını duyan sübyanlar, arka sıralara çığırarak dersi tekrar eylerler ve de en arkadaki talebelere dersi duyururlar. Duymayanlar içün isem adeseli, ışıklı adavat icad olunmuştur ki iş bu alât, ilmin ve fennin en son keşiflerindendür. Bu usulle ak perdeye kara yazılar ve de şekiller resmedilerek ders talebenin kafasına adeta nakşedilür. Bu sınıfın danişmendi Kemaliddün Bey olup, kendisi sözü, sohbeti tadlı, mutedil hoş bir riyaziye Hocasıdır. İkinci sınıfın danişmendi isem Niyazî Bey olup, nev-i şahsına münhasır bir Hoca’dur. İkinci sınıf sübyanları dersleri kitablardan öğrenmekle kalmayıp, dirayetli muallimler tarafından ölüde kesip, teşrih ederek damar damar, sinir sinir görerek ve de elleyerek öğrenmekde, tıb ilminin daha derûnlarına dalmaktadurlar. Ancak bu sübyanlar içün mevta kesmekden müşkül olan Tıb Mektebine gidip gelmek olmaktadur. Zira, Tıb Mektebi belde merkezinden on ok atımlık mesafede bulunup, toplu münakalât, arabalarla ve ayakta yapıla gelmektedür. Ayrıca, cümle sübyanın beldede barınacağı yerleri olmadığı gibi, sığınacak kimseleri de yokdur. Tanrı cümlesinin encamını hayreyleye deyup, Tıp Medresesi'nin Darüşiffa'sını tasvire başlayalum.
Bu Darüşşifa, fenlerinde kâmil, sanatlarında mahir, ellerinde çabuk, her nevî yaraları tedavi etmeye kadir, ilâçda üstad, tedavi ederken tefekkürle hareket eden erbab-ı etibbanın cem olduğu bir hastanedür. Burası öyle şifalı bir yerdir ki dil ile tarifi, kalemle tasviri imkânsızdur. Fakat ummandan bir damla kabilinden bazı vasıflarını açıklayalum.
Hastane, katır terleten bir yokuşla çıkıldıktan sonra zümrüt yeşili çimenler ve erguvan kokulu çam ağaçları arasında mamur bir kargir binadur. Ön ve arka avluda tabiplerin darüşşifaya gelirken kullandukları hususi beygirlerini bağladıkları ahırı bin adet at ve katır alur. Hastanenin saadetli ön kapusundan içre girüldüğünde geniş bir avluya gelinür. Bu avlu beyaz mermer ile döşenmüş bir ak yayladır kim aydınlık, billura benzer bir meydandur. Şifa arayan hastalar, efsunlular, yaralı ve bereliler sabahın erinde buraya gelerek bu hastanenin hekimlerine muayene olmak içün hizaya girerler. Eğer feleğin felaketlerinden beden mülküne hastalık galebe eylese, buranın erbab-ı etibbası muhakkak anı men ederler. Bu hastanenin en maruf hekimleri İntan hastalıklarından nevmüderris Vasfî Bey, bebe cerrahüliyyesinden Nacî Bey ile etfal hastalıklarından Sabrî, Hulusî ve Dahilliye Hekim-i Uleması Kuddusî Beylerdir. Hepsi ilminde irfanında doğru sözlü, hâzik hekimlerdür. Hatta bunlardan bazıları bilgilerini küffara da öğretmek maksadıyla halen Britanya’nın Londra şehrinde ikâmet eylemektedürler.
Hastanenin duhuliyye katında muayene sofaları vardur. Buralarda Cildiye, Bevliye, Asabiye, Hariciye, Nisaiye ve Dahiliye hastalarının derdlerine derman aranılur. Bu darüşşifanın son derece usta hekim ve cerrahları vardur. Öyle ki Sultan hastalansa buraya gelür. Hekimleri sırma işlemeli beyaz kumaşdan mamûl önlükler giyerler. Tabiplerin elleri yumuşak olup, hastanın nabzına yapışdığı an mutlaka hastalığı teşhis edüp, ona göre ilâç verürler.
Bu darüşşifanın en maruf kısmı Kursak Hastalıklarına bakan yeridir kim başında Kapucuzâde Sait Bey namında lâtif bir zat vardur. Bu er kişinin tüm Karadeniz eyaletlerinde alttan ve üstten boru sokmadığı ve dahili taklavatını görmediği kişi kalmadığı rivayet edilmektedür. Bu tabip kendine müshilli gelen er kişiyi kabız ve kabız gelen er kişiyi de ishâl edip göndermekde mahirdür. Dahilliye Müderrislerinden İliçinzâde Gürler Bey de irfan ve kitab sahibi bir bilge kişi olup, özellikle nabız ilminde Aristo gibi bir zatdur.
Hastanede vazife yapan tabipler, ulema sınıfına dahil tabipler ve çırak tabipler olmak üzere iki sınıfa ayrılmışlardur. Bunlardan ulema sınıfına dahil olanlar da tecrübe ve kıdemlerine göre Müderrisler, Danişmendler ve Yardımcı Danişmendler olarak kademelendirilmüştürler. Darülfünunun Müderris ve Danişmendleri dilerlerse gün doğumundan gün batımına kadar hastanede çalışurlar. Bunlar hastane dahilinde gayetle güzel hususi muayeneler yapıp, geçimlerini temin için vakıfdan maaşlarının iki misline kadar akçe alurlar. Dileyenler ise gün ortasına kadar hastanede bulunup, daha sonra da hususi dükkânlarına yönelirler ve darüşşifadan da maddi yaşayışlarını temin için 35 dirhem maaşla taltif edilürler. Ulema sınıfına dahil tabipleri sevk ve idare eden Tedrisat-ı Alîyi İhsaniye Cemiyetidir ki merkezi pay-i taht Engürü vilâyetündedir. Buranın başına Doğramacı lâkabıyla maruf becerikli ve iri kıyım bir zat bulunur ki tüm ulemalar bundan cinden korkar gibin ürkerler.
Hastanede Ulema sınıfından gayrı, hastaların durumunu yakınen takib eden, yaralarını bağlayıp, değiştiren çaylak Çırak Tabipler de vardur. Bunlar turfanda tabipler arasından hassas bir imtihanla seçülürler ve dört yıl boyunca usta-çırak usulüyle yetiştirülürler. Bu çırak tabiplerin en marufları Şinasî, İlhamî, Ruhî ve Farabî Beylerdür. Darüşşifada vaka gören tabip, medresenin kütübhanesinde tıb kitabları hatmeyler ve nazarî mütehassıslık bilgileri öğrenürler. Cerrah yamakları cerrahlıklarında kemâle ermeden kimseye el uramazlar. Bu çıraklar her gün iki kere hastalara uğrayarak hatırlarını sorarlar ve kütüb-ü tıbbıyede okuduklarını münasib ilâçlarla tedavi ederek uhdelerine verilmiş vazifeleri tamamen yaparlar ve bu hizmtlerine mukabil günde iki kez Ulemalarca kaşağılanurlar. Bunların nöbette geçen akşamın hemen akabinde vazifelerine devam etme zaruretleri vardur. Eğer hastanın vaziyyeti tekrar hastaneye gelmelerini icab ettirse, nöbette olmasa dahi ihmal etmeksizin o gece hastaneye koşarlar. Bu yamaklar tedrisatları hitamında Şefleri tarafından sınanurlar. Ulemalar eğer kabul ederlerse tabiplik ettirir ve bazısını da men ederler. Böylece kabiliyeti tasdik olunanlara vesikaları verilerek Sıhhiye Vekâletinde Hizmet-i Mecburiyyelerini ifaya gönderülürler.
Bu mamur hastahanenin Sertabibi Merzifonlu Karamustafapaşa ahfadından Alî Nakî Bey olup, kendisi dedesinin zapteyleyemediği Viyana’da bir sene konaklayup bilgüsün ilerletmişdür. Dirayetinde sayısız adam görev ifa eylerler. Bunlar hastanenin iaşe ve ibadesinden mesuldürler. Nakî Beyin emirleriyle hastanenin aş evinden günde üç öğün bol ve latif yemekler verülir. Vakıfları ol kadar kudretlidir ki şartnamesinde eğer mutfakda keklik ve sülün kuşlarının eti bulunmazsa bülbül, serçe ve martı pişürülüp verilür. Öyle ki hummaya yakalanan hasta hiç ilâç içmese dahi günde üç öğün bu yemekleri yise derhal iyileşür. Sertabibin odasının sol canibinde Tıb Mektebinin Şeyh-ül Müderrisi Erkoçakzâde Emin Bey’in makamı vardur. İç içe üç göz odadan mamûl bu makama mah yüzlü Kâmuran Hatun Efendi’den müsaade almadan dühul olmanın mümkünatı yokdur. Emin Efendi, gayetle meşgûl bir zat olup, her an birileriyle içtima halindedür. Kendileri kıymetli vakitlerini bahşidüp bir keresinde de bu hâkiri kabûl etme lûtfundabulundular. Ancak biz oturub hasbıhal ve işleri müzâkere ider iken, ansızın dışarıda iki eren biribiri ile kavga eyledi ve biri belinde taşıdığı kesküyü çıkarub diğerünün karnına sapladu. Vurulan şahsın bağırsağı bir mikdar dışarıu çıkdı. Heman bu hali göran Emin Efendi yaraluyu kaldurup, cerrahhaneye götürmelerini emreyledi ve kendisi de ameliyata girüp, ol dışarı çıkan bağırsak parçasından bir mikdar kesip, kalanı iğne ve urganla diküp cerrahlık sanatını icra eyledü. Bir nice gün geçtikte mezkûr yaralı tamamen iyileşüp, halk arasında göründü.
Hastanenin orta katında hastaların tahlili içün lüzumlu yerler bulunur. Burada öyle bir yer vardır ki hastanın kemikleri şuabat ile kara isli bir cam üzerine öyle bir çıkarılır kim bu usulle bütün iskeleti tetkikat edüp seyreylemek kabildür. Hayati Kimya şubesinde ise hastaların kan ve idrar tetkikatları yapulup, anında tefrik-i teşhis’e varulur. Eczane kısmında ise nane, baharat, misk ve anberden müteşekkil tertibler, terkipler, bin derde deva macûnlar, müshiller ve de zehirler hazırlayan Gül ve Semra Sultanlar bulunur. Bunların hazırladıkları ilâçlar hastalığa eğer uygun düşerse Allah’ın izniyle kurtuluş olur. Orta katta bunlardan maada hastanenin ilmî içtimalarının yapıldığı ve dördüncü sınıf talebelerinin tedrisatına ikâme edilmiş bir koca dershane vardır kim Tıp Medresesi'nin kurucularından Müderris Tuncalızâde Tahsin Efendi’nin adıyla anılur. Maroken iskemlelerden mamûl, herhalde 115 kişiyi barındıran şimâl kutbu gibi soğuk bir yerdür.Bu Tıp Medresesi talebelerinin her sene Mart ayı içerisinde, Etibba Bayramı dolayısıyle neşreyledikleri “Kitab-ül Gırgıriyye el Kılçıkiyye” nam bir mecmuaları vardır kim her kâmil insanı gülmekten fıtık edüp, altına işetür. Bu mecmua medresenin dertlerini öyle zarif bir mizahla dile getürür kim anlayana da anlamayana da davul-zurna sesi gibün az gelür…
Hastanenin zemin katında morg mevtalarının bulunduğu mahalde, tıb talebelerinin çay içmesi içün kahvehane inşa olunmaktadur. Buradaki gezüntü sahasında dört bacaklı çuha renkli kallavi bir masa üzerinde kırnap gerilerek kuş yumurtası hacminde zıp zıp zıplayan bir top ile icra edilen oyun vardır ki bu oyunun en yahşi muharipleri Cildiyeci Ahmed Bey ve Enfiyeci Ercivan Bey’dür. Onların müsabakalarını seyreylemek cümle tıb talebeleri için öyle bir keyifdir kim bazen müsabakayı seyreylemeyi aşevine gitmeye tercih eylerler. Ayni katta "Kulüp 19" nam maruf, tavanı sedir ağaçlarıyla, tabanı İsfahan halılarıyla kaplı bir salon vardır kim buradaki ihtişam Topkapı Sarayının Mabeyin Salonunda yokdur. Burada her mübarek Cuma günü ulemalar ilmî toplantılarından sonra içtima edüp, şerbet ve ayran içerler, lâhmacun yirler ve dahi hastanenin meselelerini hasbihâl eyleyerek müzakerelerde bulunurlar.
Üst katta ise hastanenin ehemmiyetli yerlerinden Cerrahhane vardur. Burada hastanenin cerrahları adeta biri birleriyle yarış ederek sanatlarını icra eylerler. İznik ve Kütahya’nın mavi çinileri döşenerek imar edilmiş olan iki ameliyat odasında kerpeten, testere, mengene, küskü, eye ve bunun gibi bir çok cerrahi alât ve edevat mebzul miktarda bulunur.
Ben bu cerrahhaneyi teftiş eder iken, gözlerimle şahit oldum ki bir yaralı getirdüler. Başı Adana kabağı gibi, burnu Mora patlıcanı gibi her tarafı şişmiş idi. Zeynep Sultan ismiyle maruf narkoz şefi hatun kişi gelip, ol yaralıya bir tas su içirdü. Kaba etinden bir şırınga yaptı ki yaralı kendinden geçip, mest oldu. Sonra Beyin Cerrahiyesinden Cemil Efendi rahvan bir tarzda gelüp, yaralının başını kayış ilen bağladu. Keskin bir usturayı eline aldı ve yaralının önüne oturdu. Herifin alnının derisini iki kulağına varıncaya kadar çizdü ve de derisün bir miktar yüzdü. Bembeyaz kafa kemiği göründü. Amma bir damla dahi kan akmadu. Kulağın yanından, şakak kısmından kafayı deldü. Demir mengene sokup, mengenenin burgusun burdukça herifin başının kemiği ayrılmaya başladu. Yaralı ol an biraz hareket ettü. Sonra kafatasının kapağı diş diş açılıp, enseden tarafa beyni göründü. Başın içi, kulakları arasında sümük gibi sıvılarla dolu idü. Beyninin zarı yanında tüfenk kurşunu durur idi. Heman tutup, çıkarıverdü. Bana “gel bak, gör” dedü. Ben biraz ileri vardum. Ağzıma ve burnuma bir örtü koydum. Yaralının kafasının içüne nazar ettüm. Allahın büyüklüğü, insanın beyni kafa içinde durur. Amma üzerinde kalın, beyaz bir zarı vardur. Cemil Efendi, beni ağzım örtülü olarak adamın kafasının içine baktığımı görünce bana “ağzın ve burnun örtüp, niçün bakarsın” diye sual eyledü. Ben de “bakarsın belki ya aksırırım, ya öksürürüm , nefes verirken adamın başı içre rüzgar girmesin diye ağzımı ve burnumu kapadım” dedüm. Cemil Efendi “aferim, sen bu ilmi öğrenseydin iyi bir cerrah olurdun. Bakışından annadım ki bu dünyada çok şey görmüşsün” dedü. Sonra, sarı sünger gibi bir şey ile kurşunun çıktığı yerde kan pıhtılarını, sarı sularını aldu. Süngeri şarap ile yıkayıp, yine kafanın içini ve beynin etrafını temizce sildü. Sonra yine kafayı yerine koyup, tepesi ve çenesi altından kayışlarlan sarıp, kafasını kapatdu. Tam bir saat doldukta, yaralı adam gözlerini açıp, yemek istedü. İşte bu ameliyathane içinde böyle bilgili ve usta cerrahlar vardır.
Hastanenin şimâle bakan deniz tarafındaki kâh üç, kâh altı kişilik hasta koğuşları bulunur. Bu koğuşlarda muhtelif hastalıklara yakalanmış olan zengin, fakir, ihtiyar ve genç hastalarla doludur. Buralarda döşekler ve sırmalı yorganlar üzerine oturup da ipek yasdıklara yaslanup feryad eden hastalar vardur. Hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda olmak üzere, her hastaya bir adet mezuniyeti yaklaşmış son sınıf tıb talebesi tahsis edilmiştür. Bunlar hastaların, illetli kimselerin ahvaline bakar, hastalıkların ve dertlerinin seyrini takib ede, nabızlarına bakar, idrarlarını muayene eder, her birine münasip ilâcın verüp hastalığın alâmetlerünü Hocalarının nezaretinde tetkik ederler. Bu son sınıf talebelerinden tıp kanunlarını bilen, onların bilumum meselelerini tafsilatıyla kavrayan, ilâç, şurup ve macun vermekde mahir olan, bir çok tecrübelerle ilimlerini pekiştirmiş ve türlü durumlar ve haller müşahedesiyle bildiklerini ilerletmiş, hastaların idrar ve gaytasını incelemeyi bilen, ilim, fen tahsilinde ve tatbikinde zamanlar geçirmiş, vakitler harcamış kimseler senenin sonunda Tabip olur.
Şimdi hamdolsun devletin sayesinde muasır tıp mekteplerinin açılmasından sonra, her yerde devlet hazinesinden hastaneler açılıp; vakitli vakitsiz bir hastaya gerektiğinde bakılması için devlet tarafından hekimler tayin edilmesi dolayısıyle evvelden olduğu gibi hekimlere artık pek muhtaç olunmamaktadur. Samsunda bu ilim ve irfan yurdunda gördüklerimi kaleme getirüp bu hikâyatı yazdum. Ben fakirin umudu odur ki bu şifa yurdunu kuran ve yaşatanlarla, atide terakki ettirerek yaşatacak olanlar hayırla yad edilürler inşallah…
Evliya Çelebi ve OMÜ Tıp Fakültesi eski resimleri:
https://photos.google.com/share/AF1QipMXgO2pPycNahacY8e9LMYzyt0f15AaUk3nTNg3kFAP_IsyMPUfULK2sjXNWC9kdQ/photo/AF1QipNNNX_99awE4abve7t7iqNaVu6IUwkQWqTpSbeF?key=ZmpOUkM4QWkxajFRT3dzMXJBQmtSTXNVTEMwb2hB
.