YÜCEL TANYERİ
Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...
Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...
Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...
22 Haziran 2009 Pazartesi
PAPATYA...
Çiğdem Papatya benim torunum.
2006 yılı Ekim ayında doğdu.
Şu sıralarda 2,5 yaşında.
Her çocuk kadar güzel, her çocuk gibi şirin.
Babası Aykan Erdemir o doğduktan hemen sonra bir yazı yazdı.
Bu yazı 24 Ekim 2006 tarihli Telgraf gazetesinde yayınlandı.
Papatya'nın geleceğine ilişkin kaygıları kapsayan bir yazı idi.
Aşağıda bu satırları okuyacaksınız:
"10 Ekim 2006 Salı sabahı, Ankara’nın bir hastanesinde kızım Çiğdem Papatya Erdemir’e 38 haftalık sabırsız bir bekleyişten sonra kavuşmanın heyecanını yaşamaktaydım. Papatyamız, annesi Tuğba’nın kucağında şaşkın gözlerle bu yeni geldiği dünyayı ve yaşamı anlamaya çalışıyordu. Bense bir yandan ailemizin bu yeni ferdinin verdiği sonsuz mutluluğu duyumsuyor, bir yandan da her babadan beklenileceği üzere kızımın geleceği için umutlar ve kaygılar içinde derin düşüncelere dalıyordum. Papatya nasıl bir dünyaya doğmuştu? Bu dünya ona neler sunacak, Papatya bu dünyaya neler verecekti? Acaba Papatya kendi çocuklarına nasıl bir dünya bırakacaktı?
Göç çağının pek çok diğer bebeği gibi Papatya da daha doğmadan, annesinin karnında nice diyar gezmişti. Bir yandan Paris, Madrid, Londra, Oxford, Bristol, Glasgow ve Aberdeen’e pasaportsuz gitmenin konforunu yaşamış bir yandan da Ankara, İstanbul, Kayseri, Urfa, Hacıbektaş demeden ülkesinde nüfus kağıdı taşımadan gezmenin rahatına alışmıştı. Papatya’nın ana karnındaki yolculukları mesafelerin kısaldığının, sınırları aşmanın olanak ve koşullarının derinden dönüştüğünün bir göstergesiydi. Ama aynı zamada şunun da farkındaydım ki, Papatya doğar doğmaz sınırlar, vizeler, yasaklar, resmi evraklar ve güvenlik önlemlerinin egemen olduğu gaddar bir dünyaya ayak basmıştı. Sermayenin ve malların neredeyse sonsuz ve sınırsız bir özgürlükle dünyanın yedi iklimini dolaştığı çağımızda, Papatya buna benzer bir özgürlükle sınırlar aşabilecek miydi acaba? Yoksa ömrü kendi ülkesi sınırlarına mahkumiyetle konsolosluk kapılarındaki vize kuyruklarında pinekleme arasında gidip gelecek miydi? Dünyayı ve yaşamı her daim yeniden üreten ve var eden insan emeğinin sahiplerinden biri olarak Papatya, cebindeki para ya da tükettiği ürünler kadar özgürce hareket edebilecek miydi? Sermayenin çağı gün gelecek yerini emeğin çağına bırakacak mıydı?
Şüphesiz ki bu sorular yalnızca Papatya’nın ve onun gelecek yaşamının yakıcı soruları değil. Aynı zamanda biz babaların, dedelerin, annelerin ve ninelerin de yanıt arayadurdukları sorular. Bir yandan içinde yaşadığımız dünya hızla küçülürken, bir yandan da ülkeleri ve insanları birbirinden ayıran evraklar, vizeler, sınırlar, duvarlar, mayın tarlaları, dikenli teller, devriyeler ve köpekler kısacık mesafeleri uçsuz bucaksız ummanlara çevirmeyi başarıyorlar. Bu küçücük dünya, kavuşmaların ve kucaklaşmaların değil, hasretlerin ve özlemlerin dünyası olmakta ısrarcı.
Gerek kendimiz gerekse de çocuklarımız için duyduğumuz tüm bu kaygılar elbette ki ana baba olmanın tadı tuzu biberi. Hayat ne de olsa endişelerin yanısıra umutlara ve güzelliklere de gebe. Ve o endişeler sayesindedir ki umutlardan geçen yollar mutluluklara çıkar. Ne şeytanın gör dediği adaletsizlikleri, haksızlıkları ve eşitsizlikleri görmeden yapabiliriz ne de sarsılmaz bir inanç ve umutla güneşli günlerin mücadelesinden vazgeçebiliriz. Belki de bu yüzden hep dudaklarımızdadır Nazım Hikmet: “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz... Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süreceğiz...”
Güzel günlerde, güneşli günlerde mutlu, sağlıklı ve huzurlu bir Papatya, bu anne ve babanın hayattaki en büyük beklentisi ve dileği. Biliyoruz ki şu anda dünyanın dört bir yanında nice evlerde nice çiçekler açmakta. Umuyoruz ki tüm bu çiçeklerin özgürce dolaşabileceği, barış içinde yaşayabileceği ve sevgiyle kucaklaşabileceği bir dünyayı kurabilecek kadar insan olabilsin anneleri ve babaları".
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder