25 Mart 2008 Salı

FIRTINA DERESİ...

2001 yılı yaz aylarında Rize-Çamlıhemşin’e gitmiştim. Orada Samsun’dan arkadaşım Selçuk Güney’in Fırtına Deresi içindeki “Fırtına Pansiyonu”nda kalmıştım. Yol ile Fırtına Deresi arasında yer alan bu pansiyon huzur dolu bir ortamdı. Geceleri Fırtına Dersinin gürültüsü içerisinde uyuyordunuz. Sabah uyanıp, yanına gittiğinizde de koca taşlar arasından tüm heybetiyle gürül gürül akan Fırtına Deresi “günaydın” diyordu size…

O günlerde Fırtına Deresi üzerine baraj yapılması gündemdeydi. Projeler tamamlanmış, greyderler gelmiş hatta birçok ağaç kesilmişti bile... Ancak çevre halkı burada baraj yapımına tümden karşı idi. Milyonlarca yıllardan beri tüm Kaçkarların suyunu denize taşıyan bu vadiye set çekilmesini, Fırtına’ya dizgin vurulmasını kabul edemiyorlardı.

Her sabah olduğu gibi o sabah da erkenden Fırtına kıyısına idim. Etrafta benden başka kimse yoktu.

Güneş yavaş yavaş sökün ederken, Fırtına Deresinin görkemli çağıltısı içinde gönlümden gelen sese kulak verdim…

FIRTINA…

Fırtına, özgür akmalı,
Fırtına şelâleler yapmalı,
Fırtına uğuldamalı,
Hem de bu vadilerde çağlamalı

Fırtına, coşmalı taşmalı,
Fırtına gürlemeli ses yapmalı,
Fırtına kabarmalı, yatağına sığmamalı,
Köpürmeli göllenmeli kıvrılmalı koşmalı

Fırtına’da alabalıklar zıplamalı
Fırtına’da dere kuşları dalmalı
Fırtına, insanlarla birlikte olmalı
Fırtına, taş köprülerin altından akmalı

Fırtına,
Karadeniz’le kucaklaşmalı
Sözün kısası, Fırtına,
Yeşillikler içinde yaşamalı…


Fırtına Deresi videom için lütfen tıklayınız :

.

18 Mart 2008 Salı

KÖYDEKİ GÜNEŞ...


2005 yılının Ağustos ayında bir Doğu Karadeniz gezisi yapmıştım.
O yolculuk sırasında tesadüfen tanıdım Azmi Aytekin’i…
Artvin Borçka’dan başlamıştık geziye.
Çoruh vadisini boydan boya geçmiş, Torul’da soluklanmıştık.
Biraz sonra nostaljik bir yola girecektik.
Eski yolu tırmanarak Hamsiköy üzerinden Trabzon’a inecektik.
Bu yol artık pek fazla kullanılmıyordu.
Çünkü onun yerine Zigana dağını tünelle geçen bir yol yapılmıştı.
Sürücüler artık bu asrî, duble yolu tercih ediyordu.
Haliyle diğer yol atıl kalmıştı.
Belki üzerinde kuş uçuyor ama bırakın kervanı doğru dürüst bir araç bile geçmiyordu artık bu yoldan…
Defalarca geçtiğim bu yolu tekrar görmek güzel olacaktı.
Vira bismillah” diyip yolu tırmanmaya başladık.
1600 metre yükseltide "Zigana Köyü"ne ulaştığımızda mola verdik.
Etrafa göz gezdirirken bir tabelâ dikkatimi çekti.
Bir köy evinin duvarında “Güneş Sanat Merkezi” yazıyordu.
Gözümü ovuşturup bir kez daha baktım.
Evet, “Güneş Sanat Merkezi” yazıyordu.
Rüya filan değildi.
Gözden uzak, gönülden ırak böyle bir köyde Sanat Merkezi vardı.
Açık kapısından içeri baktığımda, karanlık, tozlu geniş bir oda ile karşılaştım.
Köy evi şeklinde düzenlenmiş ve birçok sanatsal obje ile bezenmişti.
Sonra da bu güzelliğin sahibi olduğunu öğrendiğim 70 yaşlarındaki ressam Azmi Aytekin ile tanıştım.
Gönülden sunduğu sıcak çayını, kilimlerle döşeli sedir üzerinde yudumlarken daha yakından tanıma sevincine ulaştım onu…
Doğduğu köyde yıllar önce bir sergi açmıştı.
Zigana dağlarını dolaşarak ağaç köklerini toplamış ve birçok somut figürü sergilemeye başlamıştı. Bu akıma da “köküizm-köklerin dili” ismini vermişti. Üç boyutlu bu ilginç figürlerin arasına da kendi yaptığı tabloları yerleştirmiş, pencere camlarını dekoratif biçimde boyamış, şiirlerle bezemiş, düşüncelerini yazarak yerleştirmiş ve bir “Sanat Merkezi” oluşturmuştu. Mütevazi bir de kitaplığı vardı bu köy odasının.
Birilerinin gelip, takdir etmesi pek önemli değildi onun için.
Köyün çocuklarına biraz yol gösterse yeterdi…
Beş dakikalığına uğradığımı bu ufak köyde bir saatten fazla kalmış, şaşırmış, “sanat, sanat için mi yoksa toplum için midir” sorusunu sorgulamıştım.
Dönüş yolu, Azmi Aytekin’in galerisinin duvarlarında yazılı olan “sen Bulgar kaşkavalı ben köy çökeleği, nasıl anlatabilirim sana kimsesizliğimi…” sözlerinin anlamını yorumlayarak geçti Zigana dağlarının doyumsuz güzelliği arasında…

Güneş Sanat Merkezi'nin fotoğrafları için :

Güneş Sanat Merkezi Web Sitesi :
http://www.aytekin.net/


14 Mart 2008 Cuma

KEFELİ APARTMANI...


Kefeli Apartmanı, çocukluğumuzda Samsun’un en görkemli yapısı idi.
1950’li yıllarda Samsun’un tümü 2-3 katlı evlerden oluşuyordu.
Apartman olarak 7 katlı bir tek “o” vardı...

Başkaca büyük yapı görmediğimiz için bizi çok etkilerdi.
Her önünden geçişimizde başımızı göğe kaldırır hayranlıkla incelerdik.
Benzerlerinin İstanbul’da olduğu söylenirdi.
Kentin ana geçiş yolu olan Irmak caddesi üzerinde bulunurdu...

Önünde şehir parkı vardı.
Görkemli Atatürk heykeli tam önünde bulunurdu.
Atatürk heykelinin en güzel resimleri hep Kefeli Apartmanına çıkılarak çekilmişti.
Atatürk heykelinin fotoğrafı deniz tarafından çekildiğinde ise tüm görkemiyle arkasında muhakkak Kefeli Apartmanı çıkar, sağındaki solundaki tek katlı lokantalar, pastaneler, dükkânların arasından tüm heybetiyle görüntü verirdi...


Yapı, 1930’lu yıllarda Hakkı Kefeli tarafından yaptırılmıştı.
Cumhuriyet döneminin Samsun’daki ilk görkemli binasıydı.
Samsun’un ilk apartmanı idi...

İlginç bir mimari yapısı vardı.
Ancak mimarını da, ustasını da, kalfasını da kimse bilmiyordu.
Yapının cephe düzeni, süsleme ve ayrıntıları 1920’lerin özelliklerini yansıtırdı.
Girişi ana cadde üzerinde değil bir arka sokaktaki Orhaniye geçidindendi.
Yüksek demir kapıdan içeri girildiğinde yan duvarlarda bal rengi ve lacivert karo seramikler karşılardı sizi…

Girişin iki yanında, duvara resmedilmiş 1934 tarihli büyük boy renkli iki tablo vardı.
Mozaik tabanlı merdivenler kıvrılarak sizi yukarı katlara taşırdı.
Birinci katta Avukat Cemalettin Bulak’ın yazıhanesi vardı.
Babam, emekli olduktan sonra bir süre burada çalışmıştı.
Bu nedenle büyük siyah deri koltuklarla döşeli bu katı iyi bilirdim.
Daha üst katlar o zamanlar ev olarak kullanılırdı.
Önünde manolya ağaçlı geniş bir park, Avusturya'lı heykeltraş Krippel tarafından 1933 yılında yapılmış olan görkemli Atatürk heykeli ve onun da önünde deniz bulunurdu.
O dönemlerde liman yapılmamış olduğu için sahil çok yakınındaydı.
Samsun’un o dönemde her halde en değerli yeri olmalıydı.

20 yıl sonra Samsun’a geldiğimde onun zavallı haline çok üzülmüştüm.
Yaşlanmıştı.
Bakımsız kalmıştı.
Yanında kendisinden büyük, kendisinden daha kalın gövdeli birçok binalar zuhur etmişti.
Onların arasında bir kibrit kutusu gibi kalmış, tüm görkemini yitirmişti.
Sanki bir gecekondu yapısı gibi kalmıştı.
Büyüteçle arasanız kendisini zor bulurdunuz...

İçinde barınan aile de kalmamıştı.
Tüm katları iş yeri olmuştu.
Girişteki tabloların boyaları dökülmüş, tozlanmıştı.
Merdivenler yıpranmış, mozaikler dökülmüş, merdiven demirleri ortaya çıkmıştı.
Bu taş bina, yılların yorgunluğuna yine de taş gibi dayanıyordu.

Önünden geçenler bu apartmanı artık fark etmeseler de.
Geçmiş görkemini bilmeseler de…




.

10 Mart 2008 Pazartesi

TANER ÇAĞLAYAN'A...

Türk Halk ve Türk Sanat Müziği Samsun’da oldukça kaliteli biçimde uygulanan sanat dallarıdır.
Bu konularda İlimizin yetiştirdiği çok büyük değerler vardır.
Bunlardan birisi de genç yaşlarında Türk Sanat Müziğine gönül vermiş ve Samsun Musiki Cemiyeti ve Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Şefliklerini yürütmüş olan Taner Çağlayan’dır.

Taner Bey, işini çok seven ve çok titizlikle, ciddiyetle uygulayan bir sanatçıdır. Samsunlular yıllardan beri onu bu özellikleri ile bilirler.
Konserlerini her zaman büyük keyif alarak izlemişimdir.
Taner Bey, Musiki’nin yanında Şiir ve Edebiyat’la da uğraşır.

Taner Bey, 19 Mayıs 2001 tarihinde, “Mısralarla Gönlümdeki Yavaşca başlıklı yeni yayınladığı bir kitabını, “Dostu olmaktan gurur duyduğum, Hocaların Hocası, Sanat ve Sanatçı hayranı Prof. Dr. Sayın Yücel Tanyeri’ye sevgi, saygı ve sena ile… yazmış ve imzalamış olarak bana armağan etti.

Kitap, çok farklı bir biyografi çalışmasıydı.
Bu kitap, değerli meslektaşımız Dr. Alâeddin Yavaşca’nın yaşamını, sanatını ve hekimliğini anlatan, tümü hece vezni ile yazılmış tam 438 mısra’dan oluşan Kaside şeklinde yazılmış bir eserdi.

O hafta sonu Sinop’ta sakin bir ortamda bu eseri en ince ayrıntısına kadar okudum.
Eserden çok etkilenmiştim.

Ertesi gün Sinop’un sessiz ortamında bu eserdeki “hece vezni” düzenini kullanarak yazdığım bir şiirle, değerli dostum Taner Çağlayan’a bana imzalayarak sunduğu bu eser’e “teşekkür”lerimi naçizâne bir biçimde sunmak istedim.

Ne kadar başarabildim bilemiyorum.
Bu şekilde yaptığım ilk denemem olduğunu göz önüne alarak siz karar verin :



TANER ÇAĞLAYAN’A

Taner Çağlayan gibi sanatkâr ruhlu bir deha
Alâeddin Yavaşca gibi büyük bir Hocaya

Vefa dolu satırlarını dökerken nazımla

Hayat dolu coşkulu bir eser çıktı ortaya

Bu vefalı eserini gözden uzak tutmadım
Bir nefeste okurken seni de
unutmadım
Bu dünyada gerçek bir derviş ve Çağlayansın

Musikimizde ise koca, engin bir çınarsın

Dört yüz otuz sekiz mısra ve on dört hece ile
Abartısız kutsal duygularla,
kelimelerle
Anlattın bize deryayı şiirle, alâ ettin

Yavaşca’yı tanıttın ve ruhumuza indirdin

Okurken müzik dolu hayatını duygulandım
Bestenigâr, Suz-i Dilâra büyük keyif aldım
Hammamî Zade, Tanburi Cemil
hatırlayıp
Yavaşca’yı tanımamış olduğuma utandım

Mısralarla Gönlümdeki Yavaşca kitabıylan
Bir kasidede aziz meslektaşımı anlatan

İçten duygularımla sana minnet sana şükrân

Kadim dostum muhterem kardeşim Taner Çağlayan

Dr. Yücel Tanyeri, 2001 Sinop

2 Mart 2008 Pazar

BOTLARIM...

2000 civarında KBB Uzmanının üye olduğu www.kanalkbb.net de 29.02.2008 tarihinde yayınlanmıştır.

Sevgili Orhan Yılmaz, Kanal KBB’nin Sosyal KBB bölümü için benden yazı istediğinde önce nedir bu “Sosyal KBB” diye sayfaya girip, inceledim. Hepsi biri birinden değerli üç meslektaşım Dr. Oğuz Basut, Dr. Cem Saka ve Dr. Esra Eryaman hayli pahalı motosikletleri ile pozlar vermişler ve çok güzel anılarını yazmış, yorumlarını yapmışlardı.

Ne yapacaktım. Ben bırakın motosiklet kullanmayı, daha bisiklete binmeyi bile bilmiyordum. Bizim “yediğimiz pekmez, gördüğümüz Antep”di. Başkaca bir özelliğimiz yoktu. Gerçekten ne yapacaktım…

Birden aklıma evde çamur içinde duran botlarım geldi. Onlar da beni meslektaşlarımınki kadar hızlı olmasa da, o kadar uzaklara götürmese de epey yükümü çekmişti.

Oğuz’un söylediği gibi “hobinin ötesinde bir tutkuydu, bir aşktı” benim için botlarım. Ben de “uzun yıllardır sımsıkı bağlıydım bu tutkuya…” Benim botlarım da “biraz zerafet, belki de biraz hava” değil miydi sevgili Oğuz’un yazdığı gibi. “Yakın uzak demeden, güneş kar çekinmeden yüklenip gezmek” değil miydi benimkisi de… Veya “kamp yapmak” değil miydi “görülesi yerlerde soluk almak, doğa ile iç içe spor yapmak”.Tanımak” yok muydu “köşe bucak Türkiye’yi” bizim de literatürümüzde.

Cem Saka kardeşimin söylediği gibi bizim “yapmamız gereken de o tehlikeyi bertaraf edip, istediğimiz şeye ulaşmak” değil de neydi. Ben de “hem efendiliğimi bozmayıp, hem de çılgınlığımı korumuyor muydum” botlarımı ayağıma geçirdiğimde. Ya da “botlarım bir isyan aracı” değil miydi yaşamaya. Veya “motosiklet dostluksa” botlarım dost değil miydi bana…

Sevgili Esra’nın yazdığı gibi “trekking” de “is a way of thinking” değil miydi benim için. Yürüyüş de “akıl ve vücudun uyum içinde yolculuğunu” anlatmaz mıydı. Ben de Esra gibi “ruhumu dinlendirmeyi, sükunet ihtiyacımı, özgürlüğümü” yürüyüşle karşılamıyor muydum. “Botların zevki uzun yürüyüşlerde çıkmıyor muydu.

Genç meslektaşlarımla birçok noktada buluşmuştuk. Onların alımlı motosikletleri vardı. Gençlerdi, hızlılardı. Ama herkes bu olanaklara sahip değildi. Ama hepimizin bir çift ayağı ve onu içine sokacak bir ayakkabısı vardı. Dağlar, bayırlar, düzlükler, ormanlar hemen yanımızdaydı. İster motorla, ister botla. Fark etmezdi açılmak için doğaya…

Ayağınıza ayakkabı takabiliyorken, giyin botlarınızı yürüyün yürüyebiliyorken...