YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

30 Eylül 2009 Çarşamba

ÖZ BE ÖZ ÖZBEKÇE....


Yaşamımda ilk kez gittim bir Türkî Devletine.
Özbekistan Havayolları uçağı ile...

Biletimizde aynen "O'zbekiston Havo Yo'llari" yazıyordu.
Uçağa ilk girişimizde de güzel Türkçemizle selâmlandık:
"Selâmun Aleykum Hanımlar ve Cenaplar!.."

Uçak göstergelerinde bilgilendirmeler vardı :
"Manzil, masafa 3361 km..."
"Tashqaridaki hava hararatı -42 C..."
"Mahalliy Vakt 07.30..."

Sonra Taşkent Havaalanına indik :
"Kirish" ve "Chiqish" tabelalarını izledik.
Pasaport kontrolünü bulduk:
"Barcha Mamlakatlar Fuqaraları uchun..."

Bizler de "Başka Memleket Fıkaraları" kuyruğuna girdik.
Üzerinde ay ve yıldız'ların bulunduğu kulübede.
Kontrolör gelip damgayı vurdu "Hoş gelibsiz..." diye.
Zorlukla aldığımız vizenin üzerine...

Sonra "mamlakat"larına giriş yaptık.
Gördüğümüz çoğu kelime bize yabancı değildi.
Dil kurgumuz çok benziyordu.
Ayni yapıda cümleler kuruyorduk.

Sayıları aynen telaffuz ediyorlardı.
"Bir", "ikki", "on-beş", "bin" söylüyorlardı.
"Çayhana" diyorlardı, "Aşhana" kullanıyorlardı.
"Çorba" içiyorlardı, "dolma" yiyip, "pilâv" kaşıklıyorlardı.
Üzerine de "kavun, karpuz" yiyorlardı.

Benzer yapıda insanlardık.
Davranışlarımız, tepkilerimiz farklı değildi.
Ayni dili konuşuyorduk.
Benzer ""ları, "taam"ları yiyorduk.

Atasözlerimiz bile ayniydi:
"Yogoç yoshkan bukildi" diyorlardı.
"Ağaç yaş iken eğilir" demek istiyorlardı.

Bir pazar yerindeki panoda aynen şöyle yazıyordu:
"Soragannıng bir yuzi qora, bermaganning iki yuzi"
Yani, "soranın bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü..."

Atalarımız buralarda at koşturmuşlardı.
Aradan çok ama çok uzun zamanlar geçmişti.
Araplar, Ruslar derken biri birimizden kopmuştuk.
Arap harfleri, Kiril alfabesi derken uzaklaşmıştık.
Bir millet, ama farklı iki memleket olmuştuk.

Yeni yeni Latin harflerine geçiyorlardı.
"o"ları "a"; "a"ları ise "e" yaparak okumanız gerekiyordu.
"ch"leri "ç"; "sh"leri "ş" ve "x"leri de "h" olarak okuyorlardı.
Onun için basit kelimeleri anlamak kolay oluyordu.

Bulmaca çözer gibi çözüyorduk yazılarını.
Ama konuşmakta, anlaşmakta halâ zorluklar vardı.
Ayni ağacın kökleri ve yaprakları gibiydik.
Geçen zamanda köklerle, yapraklar epey uzak kalmıştı.

Dalların kucaklaşmasına.
Gerek vardı.
Ne de olsa.
Kökler aynıydı...

28 Eylül 2009 Pazartesi

TİMUR'UN ÜLKESİNDE...


"Agar bizning kuch, gudratimizga subha gilsang,
biz qurgan imoratlarga baq..." Timur (1336-1405)


Geçen hafta "Ramazan Bayramı" tatili vardı.
Arkadaşlarımın bir bölümü Avrupa'ya gidecekti.
Londra'ya, Floransa'ya, Prag'a...

Bana soruyorlardı "sen nereye gideceksin" diye.
Ben de yanıtlıyordum :
"Özbekistan'a..."

Şaşırıyorlardı.
Burun kıvırıyorlardı.
Özbekistan'a da gidilir miydi.
Roma, Viyana, Barselona oralarda dururken...

Özbekistan, Asya'nın tam ortasında yer alıyor.
İstanbul'dan kuş uçuşu 3611 km. uzaklıkta.
Genç bir ülke.
"Mustaqillik"lerini 1991 de kazanmışlar.
Ama oldukça eski bir yerleşim bölgesi.
2700 yıllık bir tarihleri var.

Özbekistan, ismini ilk Türk Devleti'nin Başkanı'ndan alıyor.
Altınordu Devleti Han'ı Özbek Han'dan...
Burası -ilk isimleriyle- Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin suladığı bir bölge.
Araplardan sonra adları Amu Derya ve Siri Derya olan nehirler.
İki nehir arasında kalan bölge.
Arapların "Mavera ün nehir" ismini verdikleri yer.
13.000 km.'lik "Büyük İpek Yolu"nun tam göbeği.
O dönemlerden beri zengin bir bölge.
Tarım ve ticaretiyle ün yapmış.

Büyük İskender, MÖ 329 yılında Semerkand'ı fethetmiş.
Sonrasında da şunları söylemiş :
"Buranın güzelliği ile ilgili söylenen herşey doğruymuş".
Ve eklemiş, "tek fark hayâl ettiğimden daha güzel olması..."

Öylesine güzel, öylesine zengin bir yer Semerkand.

Timur, büyük İmparatorluğunu burada kurmuş.
Küçük Asya, Hindistan ve Çin'in bir bölümüne egemen olmuş.

Taşkent, Hiva, Semerkand ünlü kentlerinden.
Kubbet-ül İslâm denilen 7 kutsal şehrinden birisi de burada.
Kızılkum çölünün ortasındaki Buhara'da.
Geçmişte yalnızca Buhara'da 100 dolayında Medrese varmış.
Oxford, Harvard'ın olmadığı dönemlerde bir Üniversite kenti.
Nakşibendî Şeyhi Bahaddin'in mezarı da burada bulunuyor...

Buraları Müslümanlığın bilim, sanat ve kültür merkezleri.
Al Harezmî, Buharî, Birunî ve Uluğ Bey buralarda yetişmişler.
İslâm Rönesansını bu topraklarda yaratmışlar.

Günümüzde Özbekistan zengin bir ülke.
Yüzölçümü bizim memleketimizin yarısı kadar.
Ancak, verimli ve düz topraklarında bilinçli tarım yapılıyor.
Tarım ürünleri çok bol ve kaliteli.
Pamuk üretiminde dünyada ilk sıralarda yer alıyorlar.
Altın üretiminde de öyle.
Gazı var, petrolü var.
Zengin mi zengin.
Bu zenginlik henüz Özbek halkına pek yansımamış olsa da...

Ama tüm bunların yanında müthiş bir de tarihî zenginliği var.

Timur'un söylediği gibi: "Bizim güç, kudretimizden şüphe edenler, kurduğumuz imaretlere baksınlar..."

Bu eserler ancak Özbekistan'a gidip, görünce anlaşılıyor.
Yoksa Paris'e, Madrit'e gitmekle değil...


.

.

17 Eylül 2009 Perşembe

ESKİ TELEVİZYONLAR...



Ankara Televizyonu 31 Ocak 1968 tarihinde yayına başladı.
Bundan tam 41.5 yıl önce...

"Burası üçüncü bant, beşinci kanal'dan deneme yayınları yapan Ankara Televizyonu" diyerek...

Her evin, her odasında bir televizyon yoktu o dönemde.
Televizyonlar siyah-beyazdı.
Buna sahip olanlar da parmakla gösterilirlerdi.

Zafer Cilasun'dan "Haberler"i izlemiştim ilk gece.
Vatandaşlarla birlikte, bir halk kahvesinde...

Televizyonu olmayanlar, olanlara misafirliğe giderlerdi.
Yayının olduğu Pazartesi, Çarşamba ve Cumartesi günleri...
Bunlara da "telesafir" denilirdi.

Sonra yavaş yavaş evlerimize televizyonlar girdi.
Grundig veya Telefunken markalı.

Kalın camlı, kahverengi formika kutulu.
Tüplü, lâmbalı ve de yakından kumandalı...

Bu cihazlar salonun en baş köşesine yerleştirilirdi.
Üzerine de muhakkak dantelli bir örtü örtülürdü.
Cihazın anteni evin çatısına özenle yerleştirilirdi.

Görüntüler çoğu kez karlı, karıncalı olurdu.
Her rüzgârdan sonra görüntü muhakkak bozulurdu.
Çatıya çıklır, antenin yönü yeniden ayarlanırdı.
Cam gibi görüntüsü olan evler çok takdir edilirdi.

Yayınlar saat 19.00 da başlar, 23.00 sıralarında biterdi.
İstiklâl marşı ve Anıtkabir görüntüleriyle...
Sonrasında da "Televizyonunuzu Kapatmayı Unutmayınız" yazısı çıkardı.

Ondan sonra da rahatsız edici, tiz bir ses duyulurdu.
İki gün sonra açılmak üzere düğmesine basılıp kapatılırdı.
Zamanla televizyon kültürümüz gelişti.
Hemen her evde bir tane siyah-beyaz televizyon oldu.

1970'li yıllarda yavaş yavaş alıştık bu cihaza.
Yapacak başka şey yoktu.
Sinema'dan koptuk, daha sık TV izler olduk.

TRT, TV yayıncılığında başlangıçta hayli acemi idi.
70'li yılların ortalarında diziler ilgi çekmeye başladı.
Haberlerden sonra, konulan bir "dizi film" ile gün kurtarılırdı.
İlgiyle izlenen dizilerdi bunlar.

Örneğin "Uzay Yolu" bizim kuşağın ilk göz ağrısıydı.
Atılgan isimli Uzay gemisinde geçerdi olay.
Kaptan Kirk ve uzun kulaklı Mr. Spock'ı ilgiyle izlerdik.

"Beyaz Gölge" de ilgiyle izlenirdi.
Ken Reeves, Carver Lisesi Basketbol takımının antrenörü idi.
Dizi, bu Koç ile haylaz öğrencileri arasındaki ilişkileri işlerdi.
Basketbol'ün sevilmesinde önemli rol oynamıştı o dönemlerde...

"Tatlı Cadı" inanılmaz güzel bir komediydi.
Burnunu oynatarak akıl almaz işler yapardı Samantha.
Kocası Darrin ve kaynanası arasındaki ilişkiler keyifle izlenirdi.

"Dallas", tüm zamanların en ilgi çeken dizisiydi.
Teksas'da Ewing'lerin çiftliğinde geçerdi tüm olaylar.
JR, Bobby, Pamela, Lucy, Sue Ellen, Barbara arasında.
Karmaşık ve de çapraşık aile ilişkileri izlerdik her Pazar akşamı.
Merakla ve heyecanla...

"Küçük Ev" ise bir ailenin yaşamını anlatırdı.
Dallas'ın aksine, bu aile iyi insanlardan oluşmuştu.
Baba Charles Ingalls ve anne Carolin melek gibi insanlardı.
Kızları Laura ve Mary ile mutlu bir aile tablosu çizerlerdi.
Amerika'nın kuruluş yıllarından güzel örnekler verirlerdi.

"Kökler" dizisi de bizleri oldukça etkilemişti.
Afrika'dan Amerika'ya getirilmiş bir kölenin yaşamı anlatılırdı.
İlgiyle izlerdik kara derili Kunta Kinte'nin başından geçenleri.

"Kara Şimşek" de ilginç bir diziydi.
Murat 124 ve Renault 12'den başka otomobil görmemiş bizlere ilginç gelirdi.
Michael , otomobiliyle konuşurdu.
KITT adındaki bu otomobille bir de 500 km. hız yapardı.
Bizler de önünde yanıp sönen ışıklarına bakıp izlerdik diziyi.
Bu ışığın mavi mi, kırmızı mı olduğunu bile bilmeden...

"Charlie'nin Melekleri"ni de beğeniyle izlerdik.
Farrah Fawcett başta olmak üzere 3 kız vardı başrolde.
Hepsi de çok güzel ve akıllı 3 kız...
Patronları Charlie için bir sürü macera yaşarlardı her bölümde.

"Aşk Gemisi" de uçuk bir diziydi.
Baş rolde Kaptan Stubing olurdu her öyküde.
Beyaz üniforması, kel kafası ile canayakın bir kaptandı.
Doktor ve ekibiyle sorunları çözümlerdi her dizide.
Bizlerin hayal bile edemeyeceğimiz güzel bir gemisi vardı.
Benzeri gemilere günümüzde bile hala "Aşk gemisi" deniliyor.

"Heidi", özellikle kızımın çok seviği bir çizgi filmdi.
Baştan sona ilgiyle izlerdi bu diziyi.
İsviçre Alplerinde bir dağ köyünde geçerdi tüm öykü...
Büyükbaba ve Bayan Rottenmeier yaşlı kişilerdi.
Keçi çobanı Peter ve Clara da arkadaşlarıydılar Heidi'nin.
Güzel manzaraları renkli tahayyül eder, izlerdik.

"Tom ve Jerry" de hoş bir çizgi filmdi.
Sevimli bir kedi ile afacan bir fare oynarlardı başrolde.
Maceralarını gülerek izlerdik onların da...

"Kaçak" da her hafta merakla izlenen bir diziydi.
Dr. Richard Kimble, eşini öldürmekten cezaya çarptırılmıştı.
Aslında cinayeti tek kollu bir katil işlemişti.
Dr. Kimble bir fırsatını bulup kaçmıştı.
Gerçek katili bulup, kurtulmalıydı.
Ama Dr. Kimble'ın peşinde de Komiser Sam Gerrard vardı.
Dr. Kimble, hem katili bulmak hem de Polisten kaçmak zorundaydı.
Dizinin son gecesi tüm Türkiyede yaşam durmuştu.

"Colombo" da çok ilgiyle izlediğim bir dizi olmuştur.
Her hafta, çok akıllı işlenmiş bir cinayet konu edilir.
Pejmürde kılıklı bir komiser bu işi çözmekle görevlendirilir.
Buruşuk pardüsölü, dağınık komiser Colombo sorar da sorar.
Öyle akıl yürütmeler kullanıp zeki katilleri mat eder ki...
Siz bile Colombo'nun katili nasıl bulduğuna şaşırırsınız.

"Bonanza" ise bir Amerikan çiftliğinde geçen bir diziydi.
Olaylar Penderosa arazisinde geçerdi.
Baba Cartwright ve 3 oğlunun başından geçenler anlatılırdı.
Keyifle izlenen bir western dizi filmiydi.

Tüm bunların yanında Türk dizileri de büyük ilgi toplardı.

Bunlardan "Aşk-ı Menu" ilk çekilen Türk dizi filmiydi.
Halit Ziya Uşaklıgil'in romanından uyarlanmıştı.
Müjde Ar ve Salih Güney başrolde oynamışlardı.
Bihter ve Behlül rollerinde...
Her ikisinin de genç ve güzel dönemleriydi.
İlgi ile izlemiştik bu ilk Türk dizi filmini.

"Kaynanalar" da tüm Türk halkı tarafından beğeniyle izlenirdi.
Tekin Akmansoy inanılmaz biçimde doğal oynardı.
Kayserili Nuri Kantar rolünü.
Nöriye, Ticen, Timür, Döndü ve Kerim de bizlerden birileriydi.
Güle güle seyrederdik maceralarını, ilişkilerini.
Annelerimizle, babalarımızla...

Günümüzde sayısız TV kanalı var.
Rengârenk diziler yayınlıyorlar.
Duvara monte, kağıt inceliğinde ve panoramik ekranlarda.
Üç boyutlu, HD kalitesinde görüntü veriyorlar.
Gümbür gümbür "surround" ses sistemleri ile.

Ama 70'li yılların dizilerinin tadı hiçbirisinde yok.
İnanın ki yok...


1970 yılı TRT Dizilerinin fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipN72nZo95KUvBiD5UAOjImmS-mXBJRQ5LSmO9Kqn51L1fIj5lopVNCMVALRripiaQ/photo/AF1QipOu_b7P2Ketnq7a5k99Hq1xSgpEGp0nAXXZDmH9?key=Ulk1MXBfWHkxVmU2ZFdsbXJ6c2dWWXczWW9vVHRR

.

15 Eylül 2009 Salı

TRENLE 6000 km...


Onur Çeçen Hacettepe Tıp Fakültesi 5. sınıf öğrencisidir. 
3 Haziran'da kendisinden bir mektup aldım. 
Bir proje başlatıyorlardı. 
Müthiş bir projeydi...

"Gezsen Anadoluyu" başlıklı bir girişimdi. 
Trenle Anadolu gezilecekti. 
Ankara, Sivas, Erzurum, Eskişehir, Afyon, İzmir ana duraklardı. 
Atatürk'ün izinde bir proje başlatmışlardı...
 
Birçok da ara durak vardı. 
Tüm bu istasyonlarda durulacaktı. 
Ama bu bir gezi projesi değildi. 
Tüm kadınlar eğitilecekti. 
Meme Kanseri konusunda bilgilendirileceklerdi...

Sevgili Onur Projeleri hakkında bana bilgi vermişti. 
Yollarını İskenderun'a kadar uzatmalarını önerdim. 
Çünkü, Ağustos ayında Füsun Sayek etkinlikleri vardı. 
İskenderun'da Arsuz'da... 

Dr. Füsun Sayek, sınıf arkadaşımızdı. 
Türk Tabipler Birliği Başkanı idi. 
Meme Kanseri nedeniyle yitirmiştik sevgili Füsun'u. 
3 yıl önce, 2006 yılında... 

Onur ve arkadaşları Dr. İskender Sayek ile görüştüler. 
Sevgili İskender de sınıf arkadaşımızdı. 
Hacettepe Tıp Fakültesi Öğretim Üyesiydi. 
Her yıl, kızları ile birlikte Füsun anısına etkinlikler düzenliyordu. 
Onun da büyük desteğini aldılar. 
Ve bu proje Arsuz'a kadar da uzadı. 
Füsun Sayek etkinliklerinin ana bölümü oldu. 
Hem de çok anlamlı bir bölümü...

Sevgili Füsun yaşasaydı 
Ve gençlerin bu çabalarını görseydi 
Kim bilir ne kadar mutlu olurdu.... 

Atatürk'ün bu güzel ülkeyi emanet ettiği.
Ve "genç fikirli demek, gerçek fikirli demektir" dediği.
Gençlerin boş durmadıklarını.
Güzel şeyler ürettiklerini. 
Görmek için lütfen aşağıdaki linki tıklayın. 
Ve bu ülkenin gençlerine güveninizi asla yitirmeyin : 


Proje ayrıntıları için tıklayınız:

9 Eylül 2009 Çarşamba

CAMİLİ'NİN CAMİLERİ...


Macahel, Gürcistan sınırına komşu bir bölgemiz.
Gürcü'ce "maca" bilek ve "heli" de el sözcüklerinden oluşuyor.
Yani, Macahel "avuçiçi" anlamına geliyor.

Macahel, yalçın Karçal dağlarının çanağında bir bölge.
Beş köyü var.
Efeler, Uğur, Maral, Düzenli ve Kayalar.
Beş parmağı andıran bu köylerle gerçekten avuçiçi gibi bir yer.

Yerleşik coğrafi isimlerin değiştirilmesini doğru bulmuyorum.

Bir keresinde Van'a gitmiştim.
Meşhur Hoşap kalesini gezecektim.
Hoşap'a kadar gittim.
Girişte bir tanıtım tabelası:
"Güzelsu".

Tercümesi belki doğru.
Hoşab gerçekten "güzelsu" demek.
Ama Hoşap'a hiç uymuyor.
Hele hele "Güzelsu Kalesi" hiç bir anlam ifade etmiyor.

Macahel'in resmî adı da 1930'larda değiştirilmiş.
"Camili" yapılmış.

Yöre halkının % 90Gürcü'ce konuşuyor.
Buranın ismini halâ "Macahel" olarak kullanıyorlar.


Camili olmasının nedenini de orayı görünce kavradım.
Beş köyün iki camisi burada.
Yayla evi benzeri, basit mi basit yapılar.
Ahşaptan yapılmışlar.
Minareleri bile ahşap.

Dışarıdan pek bir albenileri yok.
Çevreyle uyumlu, doğayla barışık düz yapıtlar.

Osmanlı döneminde buraya cami yapılmak istenilmiş.
Tahsisat verilmeyince yörenin ustaları kolları sıvamış.
"Para göndermeseniz de biz yaparız" demişler.

Yörede ağaç, ahşap bol.
Oturmuş camilerini yapmışlar.
İman gücüyle, yürekleriyle, sanatkârlıklarıyla.
1855 yılında, bundan 150 yıl kadar önce...

Hem de iki tane.
Biri birinin benzeri iki cami.

İçlerine girince çarpılıyorsunuz.
O kadar basit ama o kadar renkli yapılar.

Sessiz, dinlendirici, huzur verici bir ortam.
Kubbeleri, mimberleri, işlemeleri, oymaları pek güzel.
Tüm bunlar binbir renkle bezenmiş.

Osmanlı'nın görkemli camilerinden değil.
Halk kültürünün yansıması sade yapılar.

Ama o denli de görkemli, mistik eserler.
Kakmalar ince bir kalem işçiliğiyle işlenmiş.
Ağaçlar, çiçekler, üzüm motifleri.
Hatta bir de yelkenli gemi figürü var.

Anlamlarını çözmeye çalışıyorum.
Bir türlü anlayamıyorum.

Camili'nin camileri görmeye değer.
Gözden uzak olsa da Gürcistan sınırında olsa da değer...


Camili Camisi fotoğrafları için :
https://photos.google.com/share/AF1QipPW7nUnTBKOrpgqad19lih5ks4SS8udXB2ZuYoyhF1p0A5zD1qnx-PRMRQTaVfwLg/photo/AF1QipNyqL2C99ex_qxgsVcRclEZz52QnzhIMejL_X8i?key=WXU1aFh2TmI0dnZGQTZoYkVlYk1PaERXUkZJU3B3

.

1 Eylül 2009 Salı

BURASI KADIKÖY...

Kayhan Tuncay Samsun'dan arkadaşımdır. 
Bir süredenberi İstanbul'da vazife yapmaktadır. 
İnşaat mühendisidir. 
Uzun zamandır beni Fenerbahçe'nin maçlarına çağırır.
 
 Bir türlü vakit bulup gidememişimdir. 
Bu fırsat sonunda bu hafta sonu doğdu. 
30 Ağustos'ta, Zafer Bayramımızda. 

 Uçakla İstanbul'a geldim. 
Hızla Kadıköy'e geçtim. 
Orada Kayhan'la buluştuk. 
Önce, FB'nin Dereağzı tesislerini gezdik. 
Amatör branşların çalışmaları için hazırlanmış. 
İnanılmaz güzel spor tesisleri var. Anlatılamaz. 

 Sonra Faruk Ilgaz tesislerine gittik. 
Fenerbahçe burnunda. Kalamış'a, 
Moda'ya hakim bir burunda... 
 
Adettenmiş. Formalar giyinilirmiş. 
Maça gelmeden önce buraya uğranılırmış. 
Aperetif bir şeyler alınır, maça hazırlanılırmış. 
Bizler formalar üstümüzde Havuzbaşına kurulduk...

  Kayhan'la birlikte Samsundan arkadaşımız Cengiz Akyol da var.
 Acıbadem'den meslektaşım Dr. Osman Güven de bize eşlik ediyor. 
Marmara'nın üzerinden günü batırana kadar maça hazırlandık...

 Ardından stada kadar yürüdük. 
Kadın erkek, çoluk çocuk formaları giymişler. 
Elde bayraklar stadın yolunu tutmuşlar. 
Tam bir bayram günü...

  Şükrü Saracoğlu stadı dışarıdan koca bir yapı. 
Bir spor mabedi. 
Etkileyici bir görünüşü var. 
Önüne de Fenerbahçedeki deniz fenerini koymuşlar. 
Çağdaş bir şekilde stada alınıyorsunuz. 
İtişme, kakışma, bağırtı, çağırtı, ezilme yok. 
Herkesin yeri yurdu belirli...

 Stadın girişinde muhteşem bir müze yapılmış. 
Atatürk'ün balmumu heykeli karşılıyor sizi. 
Hemen yanında onun Kulübün ziyaret defterine yazdıkları... 
Yanıbaşında kupalar, kupalar. 
Birçok formalar, anılar, fotoğraflar, flamalar...

 Koridorlar tertemiz, pırıl pırıl. 
Bu koridorlara açılan birçok localar. 
Hepsi çok modern, çok güzel, çok da çağdaş...

 Stadın içerisi aydınlık. 
Yemyeşil çimler sonra da muhteşem tribünler karşılıyor sizi. 
Ses düzeni rahatsız edici değil. 
Devamlı marşlar çalınıyor ve uyarıcı anonslar yapılıyor. 
Çıkış merdivenlerine kimse oturmuyor. 
Bomboş tutuluyor...

 Tribünler tam dolu değil ama coşkulu. 
Üstüne üstlük Zafer Bayramımız bugün. 
10. yıl marşı yankılanıyor her yerde.
Tribünlerde şanlı bayraklarımız ve Atatürk posterleri. 

 Seyirciler bilinçli. 
Kadın, çocuk formalarını giymiş gelmişler. 
Sevgiyle tezahüratlarını yapıyorlar. 
Öylesine güzel insanlar var ki... 

Fenerbahçe ve Manisaspor takımları karşılaşıyorlar. 
Güzel bir mücadele var sahada. 
Kora kor bir mücadele. 
Son saniyeye kadar mücadele sürüyor. 
Fenerbahçe son saniyede gülüyor : 
2-1 Nöbetçi golcü'sü Semih ile 3 puanı kopartıyor...

 Çıkışta stadına altındaki Fenerium'a uğruyoruz. 
Saat 23.30 olmasına rağmen mağaza tıklım tıklım. 
Çok kaliteli giysiler, formalar, eşorfmanlar kapış kapış satılıyor. 
Küresel kriz buraya teğet bile geçmemiş... 

 Başkan Aziz Yıldırım Fenerbahçe için her şeyi yaptı. 
Yukarıda Allah var ki yaptı...


 Adam, bu güzel arenayı Fenerbahçe'ye sundu. 
Dünya çapında futbolcular, çalıştırıcılar transfer etti. 
Uche, Ortega, Van Hooijdonk, Anelka, Appiah'ı getirtti. 
Roberto Carlos, Alex, Guiza'yı bir arada oynattı. 
Daum, Zico, Luis Aragones'i çalıştırıcı yaptı. 
FB bayrağını beş kıtanın en yüksek zirvelerine götürdü. 
Ama şu takımı bir Avrupa Şampiyonu yapamadı. 

 Çıkıp kendisi oynayacak değildi ya...