YÜCEL TANYERİ

Ben, Yücel Tanyeri
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela hekimim, yani
Büyücü falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Lojmanda otururum,
Üniversitede çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Orhan Veli ile Melih Cevdet'tir
En sevdiğim şairler.
Bir kızım vardır,
İki de torunum pek muteber;
İsmini söyleyemem
Çiçekle uğraşanlar bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya.
Onlar da bunlara benzer...


Beni, benden iyi anlatan Orhan Veli'ye teşekkürlerimle...

28 Temmuz 2009 Salı

SUALTI ARKEOLOJİSİ...


Kızım Tuğba, Bilkent Üniversitesinde okudu.
Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümünde.
1992-96 yılları arasında...
Lisans tezini Likya'lılar üzerine yaptı.

1996-97 yılları arasında da Master tezini tamamladı.
Sonrasında da Boston Üniversitesi'nde Doktorasını yaptı.
Urartu medeniyeti konusunda...

Arkeoloji öğrencileri her yaz bir çalışma ekibine katılırlar.
Tüm yaz aylarını bu çalışma kamplarında geçirirler.
Arkeolojik bir alanı kazarak incelerler.

Titiz, yorucu bir çalışmadır bu.
Yıllar boyu sürer.
Bilimsel sonuçlara ulaşılması yıllar alır.

Tuğba
genç yaşlarda dalgıçlık eğitimi almıştı.
Dalış Brövesi sahibiydi.

1995 yılında Bozburun batığı çalışma ekibine katıldı.
MS 9. yüzyılda batmış bir gemi idi bu.
Yaklaşık 1200 yıldır su altında duruyordu.
Hergün bu gemiye dalıp birşeyler yapılıyordu.

Olayı yerinde görmek istiyordum.
Kazının son günü ziyaret ettim Tuğba'yı.

Kazı kamp alanı Selimiye'ye 2 km. uzaklıktaydı.
Sığ koy denilen dünya güzeli bir koyda.
Sapsarı kumlu, sıcak mavi denizli ıssız bir bölgede.

Ancak bu kamp yeri tam bir "toplama kampı" gibi idi.
32 milletten gençler vardı.
7 tanesi Türk öğrenciydi.
Kazı Teksas Üniversitesi ve Sualtı Arkeoloji Enstitüsü (INA) tarafından yapılıyordu.

INA
Sualtı Arkeolojisinin babası George Bass tarafından kurulmuştu.
George Bass, çok saygın bir bilim adamıydı.
Öğrencisi Fred Hocker bu kazının başkanıydı.

Kamp yeri derme çatma, yarı açık cezaevi gibi barakalardan oluşmuştu.
Gecekondu benzeri basit yapılardı bunlar.
Öğrenciler tarafından imece usulüyle yapılmıştı.
Etrafları çarşaflarla kapatılmıştı.
Çatı olması gereken yerler dallarla örtülmüştü.
Yataklar, yorganlar açıkta duruyorlardı.
Görüntü deprem alanlarından daha feci bir durum arzediyordu.
Alan, her an belediye ekiplerinin baskınına uğrayabilirdi.
Yıkım için belediyeden karar çıkmasına gerek yoktu.
Buldozer filan hiç gerekmezdi.
İki omuz atsanız herşey yerle bir olurdu.

Bu ahval ve şeraitden daha kötüsü yemeklerdi.
Öğünler ikiye indirilmişti.
Ekmek ve beyaz peynir karpuzla karıştırılıp yeniliyordu.
Az miktardaki su, çıkartılan kalıntıların temizlenmesinde kullanılıyordu.

Batığın olduğu yer bu koydan 3-4 km uzaktaydı.
Lacivert bir denizde ve sarp bir kayalığın hemen önünde.
Buraya ulaşım dolmuş misali binilen bir tek zodiak bez motorla sağlanıyordu.
Bu kayalığa üç katlı ahşap bir plâtform yapılmıştı.
Evleri sıvamak için kurulan iskeleler herhalde bundan daha güvenliydi.
Zaten yıkılsa da platformdakiler suya sabuna alışkın gençlerdi.
Batığa kadar bi solukta gidip birkaç kavanoz çıkartırlardı.

Batık yüzeyden 26-30 m derinlikteydi.
20 derecelik bir eğimle kumların içindeydi.
Herkesin çalışma bölgesi belirlenmişti.
Her dalgıç 2X2 metrelik bir alandan sorumluydu.
Kişi buraya günde ancak bir kez dalış yapabiliyorlardı.
25-30 dakika çalışma izinleri vardı.
Genellikle 4 kişilik ekipler halinde dalınıyordu.

Tuğba
'nın dalışını platformdan izledim.
Sırası geldiğinde hazırlıklarını tamamladı.
Baş parmağı ile tamam işareti yaptı.
Platform sorumlusu da gladyatörlere yapılan işaret benzeri bir hareket yaptı.
Tuğba lacivert suların içinde kayboldu.
Arada bir hava kabarcıkları yüzeye geliyordu.
Heyecanlı bir 30 dakika geçti.
Sonrasında şükürler olsun tekrar göründü.

O akşam onu alıp beraber bir yemeğe gidelim istedik.
Ama dalış sonrasında 24 saat kamptan ayrılmasına izin yoktu.
Herhangi bir kötü duruma karşı böyle bir önlem alınıyormuş.

Batığa dalışlar birkaç yıl daha sürdü.
1000 civarında anfora çıkartıldı.
Geminin yapısı incelendi.
Bilimsel sonuçların alınması 10-12 yıl sürüyormuş.

Sonuçları bekleyeceğiz...

Selimiye batığı resimleri için :
https://photos.google.com/share/AF1QipMAIQIu3tQhS_j4ulfw1G1I3KLnmrco-B_5a0eWsVhQk1YhEv-hSLpJAw4e5i_ohg/photo/AF1QipMSI-0EN0i30kUe_P3Vji4m28ST49eNVMSbULSi?key=Q0FXdTM1Q19lcHl3LVVrcmFOcWo3bTZXWkVtbmFR
.

21 Temmuz 2009 Salı

CENGİZ OĞUZ...


30 yıldan beri vakit bulduğumda Sinop'a giderim. 
Anne memleketidir Sinop... 

İçinde birçok güzellikler barındırır. 
Her gidişimde keyifle dolaşırım bu kişilikli kentte. 
Yakın bir zamana kadar Türkiye'de benzinlikler çok bakımsızdı. 
Samsun-Sinop arasında da güzel bir benzinlik yoktu. 

1989 da Gerze yakınlarında bir Petrol İstasyonu açılmıştı. 
Oğuzlar Petrol. 
Gerze-Sinop yolunun 9. kilometresinde. 
Pırıl pırıl, yepyeni bir Benzinlikti burası. 

Çiçekler içerisinde, bakımlı ve alımlı bir istasyondu. 
Tuvaletleri tertemizdi. 
Klasik müzik yayınlanıyordu. 
Her gelene çay, tost ikramı yapılıyordu. 

Bu güzel tesisin sahibini tanıyıp, kutlamak istedim. 
Ancak kendisi istasyonda yoktu. 
Bir not yazarak kendisine verilmek üzere bıraktım. 
Böyle bir tesisi kurduğu için onu kutladım. 

Daha sonra kendisiyle tanışmak mümkün oldu. 
İsmi Cengiz Oğuz'du. 
Gerze'nin eşrafındandı. 
Aileden büyük bir çiftlikleri vardı.
 
Ayrıca ticaretle iştigal ediyorlardı. 
Cengiz Bey'in hobisi avcılıktı. 
Zamanında iyi, bilinçli bir avcıydı. 
Ancak tanıştığımızda avcılığı bırakmıştı. 

Büyük keyiflerinden birisi yemek yemekti. 
Avcı olduğu için damak tadını iyi biliyordu. 
Birçok kez benzinliğinde birlikte yedik. 

Bir-iki kişi gittiğimizde bile muazzam bir sofra hazırlanıyordu. 
Masada yok yoktu... 
Belki bir tek kuş sütü eksik kalıyordu. 
Bırakın önümüzdekileri bitirmeyi, tadamadıklarımız bile oluyordu.
 
Çoğu kez de masa olduğu gibi kaldırılıyordu. 
Misafirlerimle gittiğimde daha zengin bir menü oluyordu. 
Her türlü aperatif yiyecek, içecek zaten vardı. 
Bunun yanında da iki çeşit de ana yemek geliyordu. 

Her şey çok taze idi. 
Biberler, domatesler, çilekler dalından kopartılıp getiriliyordu. 
Odun fırınında hazırlanmış Gerze pideleri eksik olmuyordu. 
Yemekler inanılmaz nefis hazırlanıyordu. 

Mevsimine göre Lüfer, Palamut, Çarpan, Hamsi, Somon, Kalkan balıkları muhakkak oluyordu. 
Çok güzel servis ediliyordu. 
Yemek sonrasında da bol taze meyve servisi yapılıyordu. 
Masamıza her zaman mevsim çiçekleri de konuluyordu. 
Gözü de, gönlü de, karnı da doymuş olarak kalkıyorduk masadan. 
Yetmezmiş gibi giderken de azıklarımız paketlenerek yanımıza veriliyordu. 

Sinop'a gezmeye götürdüğüm birçok dostlarım şahit olmuşlardır. 
Cengiz Bey'in konukseverliğine.
Ve de "Halil İbrahim" sofrasına...

Cengiz Bey artık kendisi fazla yiyemiyor. 
İki yıl önce bir by-pass ameliyatı geçirdi. 
Birçok şeyi yemesi yasaklandı. 
Kendisi de oldukça zayıfladı. 

Ama yine de dostlarını ağırlamaktan büyük keyif alıyor. 
Onlar yerken büyük haz duyuyor. 
Sanki kendisi yiyormuş gibi seviniyor. 
Gözlerinin içi gülüyor bu 20 yıllık dostumun... 


Cengiz Bey'in sofrası resimleri için: 

16 Temmuz 2009 Perşembe

FIRTINA PANSİYON...

Fırtına Deresi'nin hemen yanındadır Fırtına Pansiyon
Çamlıhemşin'de Şenyuva köyünde. 
Yol ile fırtına gibi akan bir derenin arasındaki arazide. 
 Burada 1910 yılında bir okul açılmıştır. 
Hemşin Terakki (ilerleme) ve Tevavün (yardımlaşma) Derneğince. 
Rüştiye yani Ortaokul mektebidir bu taş bina. 
Giderleri bu Dernek tarafından karşılanır. 
Monsieur Rober de bu Okulun İsviçreli Hocasıdır...
 
1916 yılında Rus istilası sırasında okul kapatılır. 
Uzun süre harap olarak kalır. 
Sonradan İlkokul olarak tekrar açılır. 
Öğrencileri Türkiyede çok önemli mevkilerde görev alırlar... 

Ancak yakın zamanlarda yörede okula gidecek öğrenci kalmaz. 
Haliyle okul kapanır. 
Uzunca bir süre boş kalır...
 
Bu arada arkadaşım Selçuk Güney OMÜ'den emekli olur. 
Sonra da gelip baba yurdu Şenyuva'ya yerleşir. 
Yakın zamanda bu Okul'a talip olur. 
Milli Eğitim Müdürlüğünden burayı kiralar. 
Bakımını yapar, güzelleştirir. 
Pansiyon yapar burayı. 
Turizmin ve turistlerin hizmetine açar...

Çamlıhemşin'e ne zaman gitsem burada kalırım. 
Bir aile işletmesidir burası. 
Selçuk, kardeşi Rukiye 
ve Annesi Havva Teyze birlikte 
Bu Pansiyonu işletirler. 
Temiz, samimi bir ortamda ve 
bir aile düzeni içinde.
Yabancısıyla, yerlisiyle... 

Değişik insanlarla bir arada güzel zaman geçirirsiniz. 
Müzisyeniyle, motorsikletcisiyle, fotoğrafcısıyla, dağcısıyla. 
Genciyle, yaşlısıyla, satıcısıyla, sanatcısıyla... 

Otellerin can sıkıcılığı burada yoktur. 
Samimi bir ortam yaratılmıştır. 
Bir aile gibi sofraya oturulur. 
Sofranın kurulmasına, kaldırılmasına bile yardım edilir. 
Yemek sonrası güzel sohbetler yapılır. 
Konuklarla tanışılır, dostluklar kurulur. 
Zeminde duyulan Hemşin müziği eşliğinde... 

Çamlıhemşin ve yöresi için merkezi bir yerdir burası. 
Fırtına Deresi'nin gürültüsü içerisinde uyursunuz. 
Sal, Pokut, Ayder, Çat, Kito, Elevit, Palovit, Amlakit gibi 
birçok yaylaya günübirlik gidip dönebilirsiniz. 
Birkaç günlük dağ yürüyüşleri yapabilirsiniz. 
Biri birinden güzel konaklarını gezebilir, 
yörenin güzel insanları ile doyumsuz sohbetler yapabilirsiniz. 

Sonuç olarak soluklanması gereken bir yerdir 
Fırtına Pansiyon. Hemşin yöresine yapılacak gezilerde... 


9 Temmuz 2009 Perşembe

CITTUM... CEZDUM... CORDUM...



Amerika'dan bir meslektaşım gelmişti.
Zamanı kısıtlıydı.
Ancak beş günü vardı.
Birlikte hızlı bir Karadeniz gezisi yaptık.

Trabzon'dan başladık.

Coşandere vadisi, Sumela, Larhan, Zigana geçidi, Limni gölü, Uzungöl, Şekersu ve Muldat yaylaları, Ayder, Tar vadisi, Şenyuva, Zir kale, Sal ve Pokut yaylaları, Çaykara ile Sürmene'yi gezdik.

Yeni yerler gördük.
Eski dostlarla hasret giderdik.
Bu arada birçok yeni dostlar edindik.

Yedik, içtik ve çok güzel vakit geçirdik.
Yeşil'in her tonunu yaşadık.
Sıcağıyla ısındık, serinliğiyle sevindik.
Yağmurunu yedik peşinden gökkuşağını izledik.
Bulutlarına kâh yukarıdan baktık kâh içinde olduk.
Rengârenk çiçeklerini kokladık.
Dağçileği'ni, likapa'sını topladık.
Yıldızlarını seyrettik, dolunayını yaşadık.
Derelerinin gürültüsüyle uyuduk.

Karadeniz'e doyum olmuyor.

Dost insanlarına, güzel doğasına...
Yeşiline, moruna...
Denizine, kumuna...
Dağlarına, yaylasına...
Çayına, deresine...
Çimenine, çiçeğine...
Kuşuna, tilkisine...

Sözün kısası Karadeniz'e doyum olmuyor.
Yakında yine oralarda olacağım.
Ama bu kez kısa süreli değil.
Olabildiğince uzun soluklu...


Bu geziye ilişkin fotoğrafları görmek için :
https://photos.google.com/share/AF1QipPGQ0AFVDZWNHxuW8K-Onj_MTDEwpbdqfXd78tJ-VF2-kgybkCsO8Sxcg5-eKaDXg?hl=tr&key=eVpPV05oVjN3VEhhRnBYa1NUUFJKT3RpSnRxVkZR
.

3 Temmuz 2009 Cuma

AYKAN ERDEMİR...



Aykan Erdemir
benim damadımdır.
İyi bir eğitim görmüştür.
Robert Kolej mezunudur.
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirmiştir.
Sonrasında Harvard Üniversitesinde Doktorasını yapmıştır.
Doktora tezi "Alevilik" konusu üzerindedir.
Halen ODTU Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesidir.

Aykan, 5 Ocak 2009 tarihinde TRT 1'de Aleviliğin tartışıldığı Tayfun Talipoğlu'nun yönettiği programda "Alevilerden Özür Diliyorum" başlıklı bir konuşma yaptı.

Konuşmasının tam metni aşağıdadır.
Ayni konuşmanın video görüntüsü için :
http://www.facebook.com/video/video.php?v=1085962066524&oid=26547104683
adresini tıklamanız gerekir.

..........

ALEVİLERDEN ÖZÜR DİLİYORUM


Alevi Enstitüsü, 23 Aralık 2008 Salı günü Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ertuğrul Günay, postnişin Veliyettin Ulusoy ve Vatikan büyükelçisi Antonio Lucibello’nun elleriyle aynı anda açıldı. Bu Enstitü on bir kişilik Bilim Kurulu’na dört adet Alevi olmayanı alacak kadar hoşgörülü ve kapsayıcı bir Enstitü. İçlerinden birisi de benim. Ben burada üç kimliğimle bulunuyorum: 1) Sünni bir yurttaş, 2) On iki yıldır Aleviler’i çaşılan bir sosyal antropolog, 3) Alevi Enstitüsü’nün Yönetim Kurulu ve Bilim Kurulu üyesi. Ben 85 yıldır 120 bin kadrosunun içinde bir Alevi’ye yer bulamamış bir cemaatin mensubuyum. Ama Aleviler 85 yılda yoksulluklarından arttırdıkları parayla açtıkları ilk Enstitü’ye ilk günden dört adet öteki’yi, el’i aldılar, yani Alevi olmayanı aldılar. Birinci gün o zengin yüreklerinden başkalarını içeri davet etmek geldi. Dolayısıyla ben bugün burada Aleviler’le hoşgörüyü konuşmaktan utanıyorum. Aleviler’e öğretecek bir hoşgörüm yok benim. Aleviler’den özür diliyorum. Çünkü bir Sünni olarak bugün burada kitap okumayı bilen ben insan okumayı bilen Aleviler’e Alevilik öğretmeye çalışıyorum. Sizlere yüzyıllardır Alevilik öğretmeye çalıştığımız için özür dilerim. Bizlere asla ve asla Sünnilik öğretmeye çalışmadınız. Bize saygı gösterdiniz, teşekkür ederim.

Benim eğer öğretecek bir kelimem varsa o Sivas’dadır. 15 yıldır Madımak’da afiyetle kebap yiyen Sünni kardeşlerime söyleyecek bir sözüm var. Benim hayatta öğretecek bir dersim var. Bakın Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Ertuğrul Günay, Enstitü açılışımızda çok güzel bir yaklaşımda bulundu özür diledi. Ama Ertuğrul Günay olarak değil, Bakan olarak özür diledi. Dedi ki “Ben resmi görevimle, bir kamu görevlisi sıfatımla siz Aleviler’den özür diliyorum”.

Ben de bugün burada bir yurttaş olarak sizlerden özür diliyorum. Sizlere Alevilik öğrettiğimiz için, din derslerinde çocuklarınıza acı çektirdiğimiz için, camilerimizin, imamlarımızın, müezzinlerimizin, vaizlerimizin, imam hatip liselerimizin, ilahiyat fakültelerimizin ve Diyanet İşleri Başkanlığımızın tüm giderlerini sizlerin vergileriyle karşıladığımız için özür diliyorum. Ve 85 yıldır -ki Cumhuriyet’in yurttaşı olarak yalnızca Cumhuriyet’ten sorumluyum, Osmanlı’nın özrünü de dilemem- ama Cumhuriyet’in sorumlu bir yurttaşı olarak, 85 yıldır sizden çaldığımız her damla alın terini ödeyene kadar da durmayacağız. Biz belki bugün bunu söyleyen az sayıda Sünni’den biriyiz ama sizden gasp ettiğimiz hakkınızı geri vereceğiz. Evet sizler Pir Sultan’ın yoldaşlarısınız, itleriniz bile haram yemez. Ama bizler de onurlu Sünni yurttaşlarız, biz de haram yemeyiz. 85 yılın haramını sizlere tanzim edeceğiz diyorum. Bu bir Sünni yurttaş olarak söylemek istediklerimdi.

Ama aynı zamanda ben diğer kimliklerimle de çok hızlı da olsa konuşmak isterim. Hoşgörü konusunda Aleviler’den öğrendiğim güzel bir yaklaşım var. Mevlevi demiş ki: “Yaradılanı hoş görürüz, Yaradan’dan ötürü”. Bektaşi demiş ki: “Biz görmeyiz”. Biz artık hoşgörüyü tartışmamalıyız. Biz görmemeyi tartışmalıyız. Cemevleri bizim derdimiz olmamalı. Cemevleri sizin ibadethaneniz. Bu programda bulunan Ali Balkız öyle söylüyorsa öyledir, nokta. Benim söyleyecek başka bir sözüm yok. Bunun için de özür dilerim. Onlara “cümbüş evi” dediğimiz için de özür dilerim. Ve o görevlileri hala yerinde tuttuğumuz için de özür dilerim.

Son olarak da herkes on iki dakika konuştu ama ben Sünniler arasından Aleviler’in hakları için konuşan bir kişi olduğum için biliyorum sürem yalnızca üç dakikadır. Olsun ben üç dakikada da olsa hak neyse onu söylemek isterim. Kadın erkek meselesi konuşuldu. Burası da biraz Alevi örgütlerine benzedi, çok az kadın var. Şöyle sevindirici bir haberle bitirelim. Alevi Enstitüsü kota mota koymadan, bilimadamlarıyla değil bilim insanlarıyla çalışarak Bilim Kurulu’nun yarıya yakın üyesini kadın biliminsanlarından seçti. Yalnızca kadınlar değil ama. Bizim açılışımızda Vatikan büyükelçisi vardı, Katolikler vardı, Süryaniler vardı, Yezidiler vardı, Protestanlar vardı, Bahailer vardı. Yine bizim Enstitümüzün açılışında ve üyeleri arasında Alman vatandaşları vardı, Hollanda vatandaşları vardı, yabancılarla evlenmiş Türk vatandaşları vardı. Bizim Enstitümüzün açılış töreninde altı dilde türkü söylendi, bu toprakların tüm dillerinde türkü söylendi ve orada yapılan slayt gösterisinde dünyanın tüm inançları, tüm renkleriyle sizlere, tüm Türkiye’ye ve tüm dünyaya yansıtılıdı. Sözlerime bu şekilde son vermek isterim.